Biz biliyoruz ki; kadınlarımızın özel bir güne sahip olmaları önemli bir ayrıcalıktır, ancak; kadınlarımızın, sadece bir gün için hatırlanılması sosyal ve çalışma hayatı içinde karşılaştıkları sorunlarının çözüme kavuşturulması anlamına gelmemektedir.
Kadınlar, tarih boyunca üretimin her aşamasında yer aldıkları halde gerek ekonomik, gerek toplumsal gelişmelerden yeterince pay alamamış ve dünyada en fazla dışlanan ve yoksullaşan kesim olmuşlardır. Kadın olmanın, özellikle de gelişmekte olan bizim gibi ülkelerde zorluğu yadsınamaz bir gerçektir. Kadınlarımızın, gerek çalışma hayatında, gerekse günlük hayatta üstlendikleri sorumluluklarının yanı sıra, sahip oldukları toplumsal statü gereği yerine getirmek zorunda oldukları yükümlülükler, kadının hayatını olabildiğince zorlaştırmaktadır. Bu ise kadına psikolojik ve fiziksel yıpranmışlık olarak yansımaktadır.
Sağlık alanında hizmet vermenin zaten yoğun ve yıpratıcı olduğunu, istihdam noksanlığı sebebiyle mevcut sağlık çalışanlarının iş yükü ve nöbet sayılarındaki artışın tükenmişliğe ve yaşam kalitesinde düşüşe sebep olduğunu, kadın çalışanların erkek çalışanlara oranla daha yüksek düzeyde tükenmişlik yaşadıklarını geçen yıl yaptırdığımız Sağlık Çalışanları Tükenmişlik Araştırması’nda belirtmiştik. Sağlık çalışanı olmak yeterince zor ve yıpratıcı iken, bir de kadın olmanın getirdiği toplumsal sorumluluklar eklendiğinde, kadın sağlık çalışanlarımızın yaşam standartlarının istenilen seviyeye gelmesi zorlaşmaktadır.
Ülkemizde 400 bini aşan sağlık çalışanlarının yaklaşık %60’ını oluşturan kadın çalışanlarımızın, yukarıda saydıklarımızın dışında pek çok sorunla da başa çıkmak için özveri ile çalışmaktadır. Bu bağlamda Sağlık-Sen olarak, sağlık alanında görev yapan sağlık çalışanı kadınlarımızın çalışma hayatlarının sosyal hayatlarına olan etkilerini daha net görebilmek, sorunlarını ortaya çıkararak somut çözüm önerilerine katkı sunmak adına “SAĞLIKTA KADIN ÇALIŞAN VE SORUNLARI” araştırmasını yaptık. Türkiye’de gerçekleştirdiğimiz bu araştırmamızın çarpıcı sonuçlarını, 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde açıklıyoruz.
TÜİK’in Düzey 1 (12 bölge) sınıflandırmasına göre, 1360 kadın sağlık çalışanı ile yüz yüze gerçekleştirdiğimiz “SAĞLIKTA KADIN ÇALIŞAN VE SORUNLARI ARAŞTIRMASI” umut ediyoruz ki kadın çalışanlarımıza yönelik yapılacak çalışmalara katkı sunarak, atılacak adımların hızlandırılmasına vesile olacaktır.
Bugün burada hekim, hemşire, ebe, acil tıp teknisyeni, laborant gibi sağlık mesleklerinden de temsilcilerimizin hazır bulunduğu toplantımızda “SAĞLIKTA KADIN ÇALIŞAN VE SORUNLARI ARAŞTIRMASI” bulgularımıza kısaca göz atalım.
Araştırmamızda sağlık çalışanı kadınlarımıza yönelttiğimiz “Aylık kazancınızın büyük kısmını ne için harcıyorsunuz?” sorusuna katılımcıların %50,7’si tamamını ailemin geçimi için harcıyorum derken, yalnızca %10,9’u kendi ihtiyaçlarım ve sosyal faaliyetler için harcıyorum demişlerdir. Bu oranlar medeni duruma göre değişmektedir. Kazançlarının tamamını ailesinin geçimi için harcadığını belirten evli katılımcılarda bu oran %60’lara yaklaştığı görülmektedir.
“Türkiye’de cinsiyete dayalı bir ayrımcılık olduğunu düşünüyor musunuz?” sorusuna katılımcılar % 79,3 oranında evet cevabını verirken; “Çalıştığım kurumda cinsiyete dayalı ayrımcılık vardır.” önermesine ise kısmen katılıyorum seçeneği ile birlikte %43,6 oranında katıldıkları gözlenmiştir. Ortaya çıkan bu sonuç, sosyal ve çalışma hayatında kadının dışlandığı gerçeğini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Bu oranın azaltılması için kamu ve sosyal paydaşlara son derece önemli sorumluluklar düşmektedir.
Sağlık çalışanı kadın katılımcılara yaşadıkları bu cinsiyet ayrımcılığının kendilerine nasıl yansıdığını sorduk. “Cinsiyetler arası eşitsizlik, ekonomik ve sosyal olarak kadını yoksullaştırmaktadır” önermesine %73,2’si kısmen veya tamamen katıldıklarını belirtmişlerdir. Bu sonuçtan da anlaşılacağı gibi, toplumsal bir yara haline gelen sağlıkta şiddet gibi cinsiyete dayalı ayrımcılık da çalışan kadınlarımızın üzerinde adeta psikolojik şiddete dönüşmekte, bu durum çalışan kadınların hem ekonomik hem de sosyal anlamda yoksullaşmasına sebep olmaktadır. Nitekim, “Cinsiyetimden dolayı kendimi dezavantajlı hissediyorum” önermesine katılım oranının % 58,2 olması, yukarıda bahsettiğimiz durumu destekler niteliktedir.
Yine, “Ev ve iş hayatımın yoğunluğu yüzünden sosyal hayatım neredeyse yok oldu” önermesine katılım oranı toplamda %79,4 olarak hesaplanmıştır. Daha önce yaptığımız Türkiye’de Sağlık Çalışanları Tükenmişlik Araştırması’nın sonuçlarına göre, sosyalleşme azaldıkça tükenmişliğin arttığı bulgusundan hareketle sosyalleşmenin insan hayatındaki olumlu etkileri bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenledir ki, özellikle kamuda sağlık alanında çalışan kadınların iş yoğunluğunun yanında bir de evdeki sorumlulukları düşünüldüğünde, yaşam memnuniyetlerini artırıcı önlemlerin alınmasının elzem olduğu su götürmez bir gerçektir.
“Ev ve iş hayatının yoruculuğundan kendimi psikolojik ve fiziksel olarak yıpranmış hissediyorum” önermesine %85,8, “İş hayatımın yoğunluğu yüzünden aileme yeteri kadar zaman ayıramıyorum” önermesine %78,8, ve “Kendime yeterince zaman ayıramıyorum” önermesine %85,2 oranlarında katılım olmuştur. Nitekim nöbet yoğunluğu olan çalışanların aile ile geçirilen zamanlarının azaldığı; aile ile geçirilen vakitteki artışın ise yaşam memnuniyetini ve kalitesini artırdığı 2012 yılında yaptığımız Sağlık Çalışanları Sosyo-demografik Durum Belirleme Araştırması’nda da ortaya çıkmıştı. Bu tabloya bakıldığında sağlık alanında çalışan kadının ev ve iş hayatı arasında kaldığı stres sarmalında kaliteli yaşam standardından uzaklaştığına tanık olmaktayız. Standartları yüksek bir yaşamın temel unsurlarından biri de sosyalleşmenin yanı sıra; kuşkusuz ailesi ile geçireceği kaliteli ve kendini dinleyebileceği özel bir zaman dilimine sahip olmasıdır. Ayrıca sosyal hayat içerisinde bir birey olan, çalışma hayatında hizmet üreten kadının aynı zamanda bir anne ve eş olduğu da unutulmamalı, iş hayatındaki düzenlemeler bu çerçevede ele alınarak yapılmalıdır.
Aile yaşamının kariyere etkisini de incelediğimiz araştırmamızda, “Ev işleri/çocuk bakımı eğitim ve istihdam fırsatlarını kaçırmama sebep olmaktadır” önermesine katılım oranı %70,6 ve “Ev ve iş hayatını birlikte yürütmek kariyer gelişimimi engellemektedir” önermesine katılım oranı ise %69,2’dir. Verilen cevaplardan da anlaşılacağı gibi kadınlarımız önceliği eş ve annelik statülerine vermekte, sosyal yaşamlarıyla birlikte, kariyerlerini de ikinci plana itmektedirler. Ancak bunun yanında mesleklerini de özverili ve başarılı bir şekilde icra etmeye devam etmektedirler. “Yaptığım işte kendime güvenim tamdır” önermesine katılım oranının %94,2 olması bu durumu ispatlar niteliktedir. Eş ve anne olmanın yanı sıra kendi mesleklerinin de yoğun ve yıpratıcı olduğu düşünülürse, sağlık alanında çalışan kadınlarımızın kariyer gelişimlerinin önünün açılması adına yeni düzenlemeler yapılarak, pozitif ayrımcılığı önceleyen politikalara yer verilmelidir.
Araştırmamızda katılımcılar, “Kadına olan önyargı, fırsatları değerlendirmemde cesaretimi kırıyor” önermesine toplamda %59,2 oranında katılım göstermişlerdir. Sosyal ve çalışma hayatı içinde yer almaları için gerekli evrensel normlar çerçevesinde bir yaşam alanına dahil etmeye çalıştığımız kadınlarımızın karşılaştıkları bu durum, henüz fırsatları değerlendirmeye başlamadan kadınlarımızın iş yaşamlarındaki gelişimlerine ket vurmaktadır. Bu bulgudan hareketle toplumsal bilinç noktasında istenilen düzeye ulaşamadığımızı söyleyebiliriz.
Evli olan katılımcıların “Eşim çalışmamı olumlu karşılar” önermesine katılım oranları %90 iken, “Eşim ev işlerinde ve çocuk bakımında yardımcı olur” önermesine katılım oranı % 50,8’e düşmektedir. Eşlerinin çalışmasına olumlu bakan erkeklerin ortak hayatı çalışan eşleriyle paylaşmaması bir çelişkidir. Oysa iş ve ev arasında psikolojik ve fiziksel yıpranma yaşayan kadının en büyük destekçisi eşi olmalıdır. Buradan kadınlara ev işleri ve çocuk bakımda daha fazla yardımcı olmaları gerektiği mesajını erkeklerin veriyor ve Hayat müşterektir sözünü Sağlık-Sen ailesi olarak hatırlatmak istiyoruz.
Kadın sağlık çalışanlarının yaşadığı diğer iki önemli sorun iş yerinde psikolojik taciz yani mobbing ve şiddettir. Katılımcıların %48,9’u son bir yıl içinde psikolojik veya sözel şiddete maruz kaldıklarını belirtirken, %42,1’i iş arkadaşları ya da yöneticiler tarafından mobbinge maruz kaldıklarını belirtmişlerdir. Rakamlardan da anlaşılacağı gibi, mobbing ve şiddet olayları sağlık alanında ne yazık ki sıklıkla meydana gelmektedir. Bununla birlikte mobbing ve şiddete karşı alınan önlemlerle ilgili araştırma sonuçlarımız ise şu şekildedir: “Yöneticiler mobbing konusunda gerekli önlemleri alırlar” önermesine katılım oranı %32,9 ve “Çalıştığım kurumda yöneticiler cinsel taciz ve şiddet konularında gerekli önlemleri alırlar” önermesine ise %42,3 oranında katılım gerçekleşmiştir. Bu bulgular mobbing ve şiddet konusunda kurumların yeterli önlemi almadıklarını göstermektedir. Uluslar arası Çalışma Örgütü ILO’nun da özellikle üzerinde durduğu “insanca çalışma koşulları” sloganı ile gerçeğe dönüşebilecek “insanca yaşam, yeterli yaşam standartı” kriterlerini yakalayabilmek için mobbing ve şiddet konusunda gerekli önlemler alınmalı, sağlık çalışanları ve bilhassa kadınlarımızın bu gibi durumlar esnasında ve sonrasında nasıl davranmaları gerektiklerini bilmeleri çeşitli eğitimler yoluyla sağlanmalıdır. Özellikle kadınlarımızın kendilerini güvende hissetmeleri ve çalışma barışını yakalamaları son derece önemli bir husustur.
Son olarak katılımcılara “Kariyer gelişiminizin önünde bir engel görüyor musunuz?” diye sorduk. Katılımcıların %36,9’u kariyer gelişimlerinin önünde bir engel gördüklerini belirtmişlerdir. Bu azımsanamayacak oran, cinsiyet ayrımcılığını bir kez daha akıllara getirmektedir. Peki kariyer gelişiminin önündeki bu engel nedir? Kadınlarımız, %27,4 ile “Eve ve çocuklara karşı olan sorumluluğu” kariyerinin önündeki en büyük engel olarak görmektedir. Bu oran yukarıdaki tabloyu özetler niteliktedir. İkinci sırada ise %20,6 ile gündelik dilde kullandığımız torpil, yani kayırmacılık ve %17,9 ile sistemin işleyişinden kaynaklı sorunlar gelmektedir.