Düğüne gelirken bunun bir veda gecesi olacağını hiçbirimiz bilmiyorduk. Şıklıkta ve mutluluğunuzu paylaşmakta birbiriyle yarışan sevenlerinizi dünürlerinizle kapıda karşılıyor, gülen gözler, tebessümler, hayırlı olsunlu mutluluk sözleri birbirine karışıyordu, eller ve kollar birbirini sevgiyle sıkıca sararken. Karşılamalar boyunca yinelenen bu sahneler, düğün salonuna, neşe, sevgi dalgaları olarak akıp orkestranın yumuşak melodilerine karışıyordu.
Sevgili gelin Deniz’le, sevgili damat Tunç’un elele salona girmesiyle, avizelerin aydınlığına karışan yepyeni ışıklar, pisti, müziği ve bizleri sarıp sarmalayıvermişti…
Nikah kıyılırken hem mutluluk hem duygulanımlar sarmıştı gözlerinizi ve gözlerimizi.
Gelinle damadın ilk dansları birbirlerine duydukları aşkın uyumlu adımlarıydı…
Salonda sevginin, mutluluğun, katıksız dostluğun, neşenin ve eğlencenin izleri her yerde, her köşede, her nesnedeydi…
Değişik danslarla zenginleşmiş düğün, Kafe ve Şeyh Şamil müziğiyle doruğa ulaşmıştı…
Konuklarınız Hatay’ın küçük bir mozaiğiydi. Herkes nicedir görmediği dostunu buldu o gecede. Bazılarıyla son görüşmemiz olacağını bilmeden kucaklaştık. Çevrenizin de ne denli geniş olduğu görülüyordu her masa grubunda. Eğitimciler, iş adamları, siyasetçiler, rotaryenler, briççiler…
Kardeşleriniz, eşleri ve çocuklarıyla, büyük ailenizin güzelliğini yansıtıyorlardı.
Güzel gelin Deniz’in ailesi de ayrı bir güzellik sergiliyordu.
Bu unutulmaz gecenin hiç sönmeyecek aydınlıklarla devam etmesini ne çok isterdik…
Ertesi gecenin felaket yüklü ağırlığı dev sarsıntılarla geldi. Saniyeler, dakikalar içinde alt üst olduk, çöktük, göçtük. Yaşadığımız topraklar beş altı metre batıya savrulurken…
Elektrikler kesildi, haberleşme kanalları felç oldu. Evler, devrilen, kırılan eşyaların akınında adım atılmaz bir hal aldı.
İlk anlarda depremin ne felaketlerle geldiğinin, büyüklüğünün ayrımına varamadık. Dışarıdaki arabalarımıza sığındık. Uzaktaki yakınlarımıza SMS aracılığıyla sağ olduğumuzun haberini geçtik. Çoğumuz yarı çıplaktık, nemli sabahın buz ayazında. Hislerimizi, düşüncelerimizi de soymuşlardı, şaşkınlık, korku, endişe yapışmıştı tenimize. Beş duyumuzsa hiçbir yere sığmıyordu. Bizi alıp alıp yerlere çarpmışlardı. yirmi otuz dakikada bir artçılar bize gözdağı vermeye çalışıyor, hırpalamaya devam ediyordu…
Gün ağarmaya başladıkça felaketin acımasız yüzü de utanmasız su yüzüne çıkmaya başladı. Yer altında doğa, biriktirdiği yüzyılların öfkesini kusmuştu. Yüzümüze yüzümüze, yaşamımıza, kentlerimize, mevsimlerimize, topraklarımıza, yüreklerimize yüreklerimize… Ülkemizin üçte birine tokat üstüne tokat atmıştı. Ayakları altına almış canlı cansız ayırt etmeksizin, tepelemişti de tepelemişti, vurmuştu da vurmuştu… Vurmaya da devam ediyor…Uzmanlar bir yıl gibi bir zaman daha süreceğinden dem vuruyorlar gözü dönmüş bu öfkenin…
Darmadağınıklığı her hücremizde hissederken, geçen gecenin yıldızları Sevgili Eren’in, Sevgili eşi Can’ın, küçük oğulları Dinç’in göçük altında kaldığı haberi geldi… Dayanılmaz acılar yüreklerimize sığmaz oldu, nehirler gibi gelen başka başka acı haberlerle…
Göçük altında kalan binlerce insan, durup dururken ete kemiğe ve anılara bürünmüş olarak bir göçükte vücut buldu bizim için. Bu dayanılası değil, bu kabullenilesi değil…
Tüm yakınlarınız, sevenleriniz, kulak oldu sizlerden bir ses duyabilmek, göz oldu sizi görüp el uzatabilmek için.
Umut oldu yanımız yönümüz, uzun bekleyiş anlarında. Göçük başındakiler elleriyle toprağı kazıp size ulaşabilme umuduna tutunurken, uzakta, ama yürekleriyle burada olanlar umutlarını dualara döküyorlardı tekrar tekrar… Göçük altındaydınız ama, biz sizi yüreklerimize taşımıştık.
Herkesin anılarında farklı farklı can buluyordunuz.
Daha dün gibi anımsıyorum, kızlarımın,
“ Can teyze, sitenin en güzel kadını,” dediklerini. Eren amcaları da en yakışıklı, en entel, en centilmeniydi…Küçük Dinç’le arkadaşlarının sitedeki boş bir evi yakma planları büyükleri ne çok eğlendirmişti… Ne güzel zamanlardı…
Dinç açık denizlerin, okyanusların yakışıklı kaptanı, sonsuzluğa alışkın gözlerine ne dar gelmiştir, sarsıntılarla itildiğin yer…
Tunç mu? Kırılan, parçalanan kalemler onu anlatamıyor, anlatmak istemiyor…
Yeraltının öfkesi bunca sınır tanımazken, öldürmüş, sakat bırakmış, yok etmişken güneşin birşey olmamış gibi enkazları aydınlatması, gece mehtabın, yıldızların parlaması, toprağın ağaçların yeşil ve renkli çiçeklere durması doğanın bize barış elini uzatması mı?
Uzaktaki bizi sevenler de arayıp,
“ İyi misiniz?” dediklerinde. Utanç kaplıyor her yanımızı. Yaşamak utanç gibi…
Yaşamlar, evler, mekanlar, yollar, bağlar, bahçeler,kentler, köyler yıkılıp yok olmuşken, caddeler, sokaklar dişleri bir var bir yok yaşlı ağızlarına dönmüşken, yaşamından güzel olan ne varsa saniyeler içinde elinden alınmışken, kendin bile kendin olmaktan çıkmışsan…
Buna hazır değiliz.
Onca can toprağın altındayken, toprağın üstündekiler de yitirdikleriyle gömülmüşken…
Erenlerin cansız bedenleri göçükten çıkartıldığında tüm umutlar da ruhunu teslim etti…
Gerektiği gibi bir veda, bir tören olmadı, olamadı yarı kıyamet koşullarında…
Şuna inanın sizi kalbimize en görkemli şekilde sevgi ipeklerimize sarıp gömdük, hiç unutmama kararıyla…
Ablan” İyi ki annem bu yaşananların farkında değil,” dediğinde…
Bize, “İyi misiniz,” diye sormayın…