Kargaların henüz kahvaltı etmesine fırsat vermeden uyandım. Eşim uykulu uykulu söylendi, ‘yat biraz, daha çok erken’ diye ama benim yatacak halim mi var, gün benim günüm. Bugün, kendimi bulacağım, kendimden geçeceğim gün. Belki de böylece var olma sebebi bilece, yaşadığımın farkına varacağım gün. Uyan hanım uyan, bugün bizim günümüz…
Eşimin söylenmeyi uzatmasına fırsat vermeden banyoya geçtim. Sinekleri bile kıskandıracak, yüzümde hepsinin birden toplanıp kayak yapacağı hale getirmek için güzelce sakal tıraşımı oldum. Mis kokularımı süründüm. Saçlarımı taradım. Sağdan sola mı, soldan sağa mı, önden arkaya mı, arkadan öne doğru mu diye bayağı bir deneme yaptım ama en iyisi nadasa bırakmaktı. Kendi halinde dalgalansın dursunlar. Üç tel kalmış, oturup kavga edecek halleri yok ya…
Yatak odasına geçerek gardırobu açtım, “gırrr” diye gardırobun kapağından gelen ses hanımı uyandırmaya yetti. Daha o söylenmeden, ben gömleğimi, pantolonumu, çorabımı, kemerimi alarak oturma odasına geçtim, oturdum. Pardon güzelce bir giyindim, süslendim, püslendim. Aynada uzun uzun, kesik kesik, yan yan, dik dik kendime baktım. Vay be dedim Naif Bey!Gün senin günün ha…
Kahvaltıyı beklemeye tahammülüm yoktu ama bugünü hanımın da görmesini istiyordum. Acaba seslensem yine söylenir mi diye bayağı tereddüt ettim. Şansımı denemeden bunu öğrenmem mümkün değildi. Ayaklarımın ucuna basarak, yatak odasına yöneldim, daha kapıyı elimle hafif itekleyecektim ki, “bana seslenme uyuyacağım” demez mi?
Bazen şüphelenmiyor değilim, acaba hanım ne diyeceğimi biliyor, yaklaştığımda fark ediyor, beni benden iyi mi tanıyor diye…
Neyse, saate baktım daha 7 ve sıfır sıfır…
Eee. Vakit çok erken. Saatin 9 olmasını beklemem gerekiyor. Biliyorum heyecanlıyım ama daha vakit var. Keşke erken giden yer kapabilsem…
En iyisi kahvaltı hazırlamak.
İki dirhem bir çekirdek halimle kahvaltı hazırlamaya koyuldum. Önce konuşan çaydanlığımın düğmesine bastım, sonra hemen kapattım. Şimdi çay kaynayınca “Suyunuz kaynadı, çayı demleyebilirsiniz” deyince hanım uyanacak, söylenip duracaktı. En iyisi çaydanlıkta demlemekti, o da üst raftaydı.
Üst rafın kapağı açtım, demliği tam alıyordum ki, demliğin kapağı şangır şungur düştü. Sadece kendisi düşse iyi, düşerken tencereye, oradan kavanoza, oradan tezgâhın üzerindeki çay bardağına çarptı. Çay bardağı tuz buz olup, her bir yana saçıldı. Hani onun saçılması, etrafın kirlenmesi önemli değil. Önemli olan gürültüydü ve o gürültü hanımı uyandırmaya ve söylenmesine yetti.
En iyisi yine konuşan demlikti. Çalıştırdım, tam konuşacağı zaman mutfağın kapısını kapatıp, geçici bir ses karartması yaptım.
Üstünüze afiyet, mükellef bir kahvaltı hazırladım, krallara ve kraliçelere layıktı. Biz de kral ve kraliçe olmadığımıza göre kahvaltıyı yememize gerek yoktu ama aç karnına da gidilmezdi ki; herkes bizi görecek, aç olduğumuz, solgun yüzümüz belli olacaktı. Sonra ne der, ne yapar, avucumuza üç kuruş neyim koyarlardı da rezil olurduk millete.
Ve sonunda hanımefendi uyandı!
Hazır olan kahvaltı sofrasına oturdu, demlediğim mis gibi çay eşliğinde, prens ve prenseslere layık kahvaltımıza başladık. (Farkındaysanız önce kral ve kraliçelere layık olan kahvaltı, bir anda bizi gençleştirmiş, prens ve prenseslere layık olmuştu.)
Ve sonunda eşim de hazır bir şekilde kapının önündeydik. İşte bugün bizim günümüzdü. Bugün rüştümüzü ispat edeceğimiz gündü. Bugün devlet bile bize bakmadığı şekilde bakacağı gündü. Bugün herkes bizim farkımıza varacaktı.
Ve bugün, göğsümüzü gere gere, başımız dik, alnımız tam karşıya bakar şekilde, ne olduğumuzu, kim olduğumuzu, nerede durduğumuzu haykırabilecektik.
Saat tam 9’da vardık…
“Hoş geldiniz” diye kasiyer kızın sesini duydum.
Her hafta ilk müşterisi olduğumuz için arada sırada bize takılırdı; Naif amca be, siz hiç uyumaz mısınız?
Nasıl uyuyayım kızım, nasıl uyuyayım. Bugün, bizim günümüz. Bugün kim olduğumuzu ispat edebileceğiz. Nasıl uyuyalım…
Bizden sonra falanca partinin il başkanı da gelmişti, hatta bir de meclis üyesi. Yahu sizin ne işiniz var, bugün bizim günümüz. Siz diğer gün gelin, kim halk, kim değil öğrenelim.
Geçen gün bizim üst kat Rasim efendiyi görmüştüm marketin önünden geçerken. Halk Günü de değildi. Acaba gizliden gizliye aristokrat mı olmuştu, yüksek makamların tensibiyle, yüksek makamlara mı atanmıştı? Yoksa hak etmediği koltuğa seçilerek, koltuğuyla birlikte bir yerleri de mi büyümüştü?
Kafam çok karışmıştı, hatta geçen Perşembe, sanki bizim yufkacı Sabri beyi de markete girerken görmüştüm. Halk Günü değildi, ne işi ola ki…
Kafamdaki bu düşünceleri bir yana atarak, hanımın elini tuttum, sırtımı dikleştirdim, başımı biraz daha kaldırdım, omuzlarımı geriye iterek markete girdik.
Bütün dünya duysun, bütün dünya bilsin, herkes farkımıza varsın; biz halkız ve bugün bizim halk günümüz.
İyi ki bizim market var. İyi ki Halk Günü düzenliyor. Yoksa biz alışverişimizi ne zaman ve nerede yapacağız?