İstanbul Müftü Yardımcısı iken müftü Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Beyin makamında başbaşa sohbet ediyorduk. Müftü Efendi, bana asla unutamayacağım büyüklerin "Ulemânın huzurunda dilini, evliyânın huzurunda gönlünü sıkı tut.” sözünü nakletti. Hakikaten âlimlerin yanındayken ne kadar az konuşur, onları dinlersek o kadar da çok istifade etmiş oluruz. Evliyânın yanında gönlünden olur olmaz şeyler geçirmemelidir. Çünkü onlar Allahü teâlânın izniyle gönülden geçenleri bilirler. Nitekim Necip Fazıl Kısakürek, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’ye bir takım süaller sormak için Beyazıt Camiine gelir. Bu velî, şâirin yöneltmek istediği zihninki bütün sorulara teker teker kürsüden cevap verir. Necip Fazıl Kısakürek, bu durum karşısında ne diyeceğini bilemez. Sonunda talebesi olur.
Edebe riayet etmeyen hiç kimse, Allahü teâlânın sevgisine ve rızasına kavuşamaz. Din büyüklerinin yolu, baştan sona edepdir. Edep öğrenilmeden, ilim öğrenilmez. Feyzin kaynağı edepdir. Feyz, edepli olana gelir, edepsize gelmez. Nitekim “Bî edeb olan, vâsılı ila’l-Allah olamaz: Edepsiz olan Allah’a kavuşamaz” buyurulmuştur. Din, edep ve tevazu demektir. Edep, giriş kapısıdır. Sonra tevazu gelir. Ahlak ve edep, aklın dışarıdan görünüşüdür. Kişinin aklı, edebi kadardır. Edep kendini kusurlu bilmektir, haddini bilmektir. En yüce ilim de, haddini bilmektir.
Allahü teâlâya karşı edep, Resulullah efendimize karşı edep ve hocasına karşı edep önemlidir.
Allahü teâlâ, kendisine karşı yapılan günahları, isyanları tevbe edilince affediyor, ama Habibine karşı yapılanları affetmiyor. Peygamber efendimiz celis-i ilâhidir, yani Allahü teâlâ ile beraberdir. Vârisleri olan İmam-ı Rabbani hazretleri gibi büyükler de öyledir. Onları üzmek çok kötüdür, çok sakınmak lazımdır. Büyük zatlar, “Hocamdan yalnız edebim sayesinde istifade ettim” demişlerdir.
Molla Abdullah isminde bir müderris, iki talebesiyle Silsile-i aliyye büyüklerinden Seyyid Tâhâ-yı Hakkarî hazretlerini ziyaret için Hakkari’ye bağlı Şemdinli İlçesi’nin Nehri köyüne (Seyyid Tâhâ-i Hakkarî, kardeşi Seyyid Muhammed Sâlih, ve amcası Seyyid Abdullah Şemdinî’nin medfûn olduğu bu köye iki defa tek başıma gidip bu üç veliyi ziyaret etme şerefine nâil oldum) giderken, çayın başında oturdular. Molla Abdullah talebelerine, “Herkes orada büyük bir zatın olduğunu düşünüp, abdest alarak Nehri'ye gider. Ben bu âdeti bozup, abdest almadan gideceğim” dedi. Talebeleri, “Hocam, biz bu âdeti bozmayalım, abdest alıp da gidelim” dedilerse de, Molla Abdullah, "Bu dini bir hüküm müdür? Ben yapmam" dedi. Sonra, serinlemek için elini yüzünü yıkarken, bastonu suya düştü. Elini uzatıp almak isterken baston başına, yüzüne vurarak yüzünü gözünü kan içinde bıraktı, sonra baston kayboldu. O da böyle söylediğine pişman oldu. Yaralarını sarıp abdest aldı, Nehri'ye gitti. Seyyid Tâhâ hazretlerinin dergâhına girince, bastonu duvarda asılı gördü. Gözleri bastona takılıp kaldı. Seyyid Tâhâ hazretleri, “Ne oldu, bu baston size dayak mı attı da ona bakıyorsunuz?” buyurdu. Molla Abdullah yaptıklarına pişman olup, tevbe etti. O zatın talebelerinden olmakla şereflendi.
Allahü teâlâ bizleri zinetlerin en güzeli olan edeple tezyin etsin.