Gündemimiz çok farklı. Belki başlıktaki “öküz” benzetmesi ağır olacak ama en azından “Tırtılın dünyası, gezdiği yaprak kadar” diye daha naif bir hale sokabiliriz.
Pazarda gezen dar gelirli vatandaşların bütün gündemi domates, salatalık, biber, patlıcan, soğan, sarımsak, elma, armut, portakal gibi temel gıda ürünlerinden olan sebze ve meyve fiyatıdır.
Aynı kişiler fırına gittiğinde bir anda bütün gündemi ekmek fiyatı olur.
Markete giden dar gelirlinin bütün gündemi bakliyat ürünlerinin fiyatı, temizlik ürünlerinin fahiş fiyata satılması ve et, süt, yumurta gibi yine temel gıda ile temizlik ürünlerinin cebine yansıyan bölümüdür.
Aldığı maaşla ay sonunu kimseye borçlanmadan, kimseye muhtaç olmadan getirmeye çalışmak yadırganacak bir durum değil, aksine alkışlanacak, onurlu bir duruştur.
İstanbul’da özel bir şirkette İnsan Kaynakları Müdürü olarak görev yaptığım zaman, İstanbul’un meşhur zenginleriyle bir yemekte buluşmuştum. Yemek boyunca o kadar yalnız kaldım, o kadar gündem farklılığı nedeniyle kendimi dışlanmış hissettim ki anlatamam. Masada 6 büyük işadamı vardı. Ama öyle böyle değil, olabildiğince zengin ve yatırımları çok olan insanlardı.
Önce milyar dolarlık yeni yeni yatırımlarından bahsettiler, sonra hayat pahalılığından yakındılar.
O zaman pandemi yeni yeni bitmeye başlamıştı.
Hayat pahalılığına örnekleri de domates, biber, patlıcan değil, Amerika’da alınan elbiseydi.
Eskiden yılda birkaç kez Amerika’ya gidip, evin bütün giyim ihtiyaçlarını çok uygun dolarla karşıladıkları halde, şimdi gittiklerinde çok daha az alabiliyorlarmış.
Keşke benim de derdim öyle bir şey olsaydı diye düşünmedim bile, umurumda da değildi.
O insanların dar gelirlilerin neden domates fiyatını konuştuğunu, neden sürekli maaşların azlığından bahsettiklerini anlamalarını beklemek yanlış olur. Onların gündemi çok farklı.
Lüks kafelerde, çok pahalı lokantalarda arkadaşlarıyla oturup, kalkarken bir asgari ücret parası hesap ödeyenler, asgari ücret pazarlığını anlamaları beklenemez.
Bir asgari ücretteki birkaç yüz liranın bile asgari ücretlinin ailesinin yaşam standardını ne kadar değiştirebildiğini anlamalarını beklemek mümkün değil.
Siyasilerin gündemi de farklı.
Seçimi kazanmak, bir yere gelmek, bakan olmak, bazılarının yakınlarını ihya etmesi, bazılarının ihale kapması, bazılarını ileride kurulacağı yönetim kurulları ve sürekli artan, sürekli çoğalan, sürekli çeşitlenen maaşlar ve gelirler…
Siyaset yaptıklarına bakmayın; hiçbir siyasetçi, vatandaşın maaş artış talebini ve piyasadaki ürünlerin yüksek fiyata satıldığı için yakınmalarını anlayamaz. İlinizdeki siyasetçi de bunu anlayamaz, Ankara’da siyaset yapanı da.
Hatta mecliste, orada burada muhalefet partilerinin (mesela) soğan fiyatı üzerinden siyaset yapması da, bir siyasettir. Kürsüden indikten sonra iktidara mensup bir vekilin “bu defa bize çok yüklendin” demesine, kürsüden inen siyasetçinin “işimizi yapıyoruz, alınma” demesi ve ardından muhabbete lüks bir mekânda devam ettiklerini bilseler, vatandaş ne der, bilmiyorum.
Herkes kendi gündemine göre, kendi jargonunu oluşturmuş.
Plaza jargonunu, pazarda alışveriş eden de, pazarda satış yapan da anlayamaz.
Siyasetçinin kendi jargonunu oy verenler bilemez, bildiğini sansalar da bilemezler.
Çünkü bir olmasıgereken vardır, bir de olan.
Olması gerekenle olan, o kadar tezat ki, sadece bir olayla sınırlandırmadan, siyahla beyaz, iyiyle kötü, çirkinle güzel.. kadar bir diğerinin tam zıddıdır.
Vatandaş, siyasetçiden olması gerekeni duyar, olanın ise belki sadece dedikodusu kulağına ulaşır. Ee sonuçta “meyve veren ağacı taşlarlar” diye kulaklarına üfürüldüğü için, anında o siyasetçi aklanmış olur.
Bu durum bir siyasi partiye has değil, bütün siyasi partilerin –neredeyse- olmazsa olmazıdır. Aksi var mı, elbette var ama o kadar az ki, sözünü etmeye değer mi diye düşünür dururum.
Sadece dar gelirli, zengin işadamları ve siyasetçiler değil, yarına dair endişe duyan öğrenciler ve gençlerin dilini anlamakta zorlanıyoruz. Onlar da halen eski anlayış siyasetin sürdürülmesini anlamıyor ama hiçbirisi “yeni anlayış siyaset” üretemiyor.
Söylemekle yapmak arsındaki farkın, Türkiye’nin temel sorunu olduğunu yeni nesle anlatmak çok kolay değil.
Herkesin bir resmi görüşü, bir de şahsi görüşünün olduğu bir ortamda neyi doğru, neyin yanlış olduğunu karıştırmamak ve kime güveneceğini bilmek mümkün değil.
Herkesin bir kendi gündemi var, bir de ulaşmak istediği hedef.
Buna dünya görüşünü, inancını, memleketini, mensup olduğu parti veya anlayışı da eklediğinizde tam bir sarmalla boğuşup dururuz.
Öküzler, sürdüğü tarla kadar hayata bakabiliyor.
İnsanlar kendi penceresinden dünyayı görüyor.
Her tırtıl, gezdiği yaprağı dünya sanıyor.
Köyünden çıkmayan bir adam, dünyayı köyünden ibaret sanabiliyor.
Zaman zaman hepimiz, kendi siyasetçisinin reva gördüğü yaşam standardını, dünyanın en yüksek standart sanma yanlışlığına düşebiliyoruz.
(Siyasetçi açısından değil) belki de bu nedenle iktidarı destekleyenler, muhalefeti destekleyenleri anlamıyor, muhalefetti destekleyenler de, iktidarı destekleyenleri.
Hayvan severleri anlamıyoruz, insan severleri de anlamıyoruz.
Sadece bunlar değil;Kadınları anlamıyoruz, çocukları anlamıyoruz, büyükleri anlamıyoruz, yaşlıları anlamıyoruz, engellileri anlamıyoruz, evlileri anlamıyoruz, bekârları anlamıyoruz, farklı farklı yaşam biçimine sahip olanları anlamıyoruz ve belki de çoğumuz, aslında bir başkasını anlamak istemiyoruz.
Çünkü herkesin gündemi, kendi dünyası kadar.
Ve bütün bunları, iletişim çağında, dünyanın globalleştiği bir zamanda, uzakların yakınlaştığı, her yere bir tuş kadar yakın olduğumuz bir zamanda yapıyoruz.
Belki de her yere ulaşıyoruz, bir tek kendimize ulaşamıyoruz…