K. Maraş Türk Ocakları’nın “Tarih’ten Günümüze Maraş Alevîlerinde Halk İnançları” konulu bu ayki konferansı, geçtiğimiz gün Eczacılar Odasında gerçekleştirildi. Konuşmacısı ise bu defa, geçtiğimiz ayda Kahramanmaraş Eczacılar Odası Başkanı seçilen ve ayni zamanda Tarih Bölümünden doktora yapmakta olan Bahtiyar Murat Aras idi.
Şube Başkanı Av. Kemal Yavuz, hayli bir sivil toplum örgütünün katıldığı programın açış konuşmasına, Öğretmenevi yanındaki Kıraathanede 15 günde bir kültür sohbetleri yaptıklarını, her ayda bir de millî kültürümüzün ve ülkemizin önemli konularında konferanslar gerçekleştirdiklerini söyleyerek başladı. Gelecek ay 4 Aralık akşamı Necip Fazıl Kültür Merkezinde, itikattaki mezhep İmamımız Mâturûdî hakkında bir konferans gerçekleştireceklerini, bu konunun bugünkü İslâm Dünyasındaki Selefî-Vahhabî mezheplerin yarattığı yanlış İslâm algısı, bu algının yarattığı söylenen EL-KAİDE ve İŞİD benzeri terör örgütleri bakımından çok daha önemli hale geldiğini vurguladı.
Ayni zamanda Ocağımız üyesi olan Bahtiyar Murat Aras’ın vereceği konunun da ülkemiz ve bu coğrafya için ne kadar önemli olduğunu belirttikten sonra, Alevî ve Sünnî ayrımının kaşındığında kanayan bir yaramız olduğunu, maalesef bunu kaşıyan içerde ve dışarıda birçok yapılar bulunduğunu söyledi. Oysa bizlerin ortak yanlarımızı öne çıkaran, farklıklarımızı ise hoş görüyle karşılayan bir algıya son derce ihtiyacımız var diyerek, Murat Aras’ın doktora konusu olarak çalıştığı 4 yıllık saha araştırmasının bu bakımdan akademik değerine atıf yaptı. Ardından sözü Murat Aras’a bıraktı.
Bahtiyar Murat Aras konuşmasına dört yıl boyunca bütün bu bölgeyi gezip nice ehil, konuya vakıf insanla söyleşiler yaptığını, böylece 650 sayfalık bir malzeme biriktiğini, bu bölgedeki Alevî Halk inaçlarını dinleyip öğrendikçe Sünnî bir aileden gelen bir insan olarak, bunların büyük ölçüde benzerleriyle Sünnî cemaatte de bulunduğuna şahit olduğunu, ön yargılardan kurtulmak için Aleviliği özellikle de Sünnîlerin öğrenmesi gerektiğini söyleyerek başladı. Ve özetle şunları söyledi:
Oysa bizlerin ortak yanlarımızı öne çıkaran, farklıklarımızı ise hoş görüyle karşılayan bir algıya son derce ihtiyacımız var
Halk inançları dediğimiz kültürel kimliğin oluşması çok uzun bir süreç gerektirdiği gibi o milletin daha önce inandığı birçok dinden de izler barındırır. Zaman içinde yeni bir dinin seçilmesiyle o dine uydurularak ve o kisveye bürünerek varlığını devam ettirir. Bu nedenle bir milletin kültürel kökenlerin en kolay ulaşma yolu onun gündelik hayatta uyguladığı bu inanç motiflerinin izini sürmektir.
Uzunca bir süredir; Türkiye bir kültür mozaiği, halklar topluluğudur, çeşitli milletlerin bir arada yaşadığı bir yerdir söylemi, çokça kullanılarak sanki gerçekten de Anadolu’da çok kültürlü, çok uluslu bir toplumun bir arada yaşadığı algısı, hem bazı yetkili organlar hem de bu konuda bazı maksatlı araştırma yapan birçok yerel ve dış kaynaklı kişinin yazdığı eserler tarafından ısrarla vurgulanmaktadır. Bazı çevrelerde bunu hiç araştırmadan mutlak doğru kabul etmişler ve gerçekte olmayan birçok kültür Anadolu’ya sokulmaya ve bunlar hakkında zorlama tarihi vesikalar bulunmaya çalışılmıştır. Tüm bunlar yapılırken gerçek acaba böyle midir? Anadolu kültür tarihi alanında çalışan biri olarak, bunun tam aksine verilere ulaşmış bulunmaktayım. İbadet algısı ve şekillerinde kimi farklılıklar olsa da bu topraklar yüzde doksanın üzerinde bir homojen kültür ve geçmişe sahiptir.
Bu konuda doğru verilere (sonuçlara) ulaşmak için alanda dikkatli çalışmak ve her ağızdan çıkan sözün derinliklerine dalmak; onu başka bölgelerle karşılaştırmak gerekmektedir. Örneğin, kendileri şu anda Maraş bölgesinde yaşayan ve Kürtçe konuşan bir Alevi Dedesi, TRT’de seyrettiği bir belgeselde Ilgar Dağı eteklerinde bulunan yaşlı bir Alevi kadının kendileriyle aynı deyişi söyleyince çok hayret ettiğini belirtmiştir. Peki, kimdir bu Ilgar Dağı eteklerindeki Aleviler? Bunlar Uzun Hasan Döneminde Maraş’tan Ardahan’a yerleştirilen Dulkadirli Türkmenleridir. Ortak deyişlerimiz buradan gelmektedir. Saymakla bitmeyen inanç değerlerimize, adetlerimize, nice örnekler verebiliriz. Meselâ birçok yerde cenaze kalktığında emeği geçenlere verilen yemek için kullandığımız, “kazma-kürek takırtısı” aynı adla farklı yerlerde kullanılmakta, gelin çıkarırken uygulanan “bayrağa elma asma geleneği” Manisa Sarı Keçililerinde de görülmektedir. Sünni nenelerimizin, çocukların bir yeri ağrıdığında geçmesi için tekerleme sözlerle yaptığı dua, Edremit Tahtacılarında tıpatıp aynıdır. Bu gün her biri kendini farklı tarif eden bu insanların aynı kültürden beslendikleri apaçık ortadadır.
Yani birileri ne kadar farklılıklar arasa da; Alevi’si ile Sünni’si ile bu coğrafyada yaşayan büyük çoğunluğun, aynı kültürün ve milletin kolları olduğu gün gibi aşikârdır. Kahramanmaraş bölgesinde yerleşik halk inançlarını, çevremizde yaşayan hem Sünni hem de Alevi topluluklar yoğun şekilde paylaşmakta; üstelik bunlar kendini hem Türk hem de Kürt Alevi’si olarak tanımlayan gruplarda aynı adlar ve şekillerde devam etmektedir. Yapılan araştırmalardan biliyoruz ki, bu halk inançlarının birçoğu Türklerin eski dinlerine ait olup Türkistan kökenlidir. Yine bilindiği gibi Maraş, Alevilik tarihi açısından son derece önemli bir bölge olup, Alevilik açısından tarihi mal olmuş birçok hadisenin merkezi Maraş coğrafyasıdır. Ağaçeri Ayaklanması, Babailer İsyanı, Celali İsyanları, Dulkadirlilerin Şah İsmail’in ordusuna katılması, Şah Kalender Ayaklanması gibi bazı olayları bunlara örnek gösterebiliriz. Ayrıca, saha araştırmalarından anlıyoruz ki, Aleviler eski geleneksel törenleri Sünnilere nazaran daha çok muhafaza etmişlerdir. Meselâ, Alevi düğünlerinin en belirgin özelliği, düğün şenliklerinin kadın-erkek beraber yapılmasıdır. Düğün evlerine muhakkak bayrak, bayrağın üstüne elma asılır. “Bayrak kaldırma”, bir tören şeklinde yapılmakta, bu düğünün başladığını işaret etmektedir. Düğün bitiminde ise, Elma silahla vurulmadan bayrak indirilmez. Bir hafta süren düğünler zamanla kısalmıştır. Düğünlerde bazen çok eski bir Türk toy geleneği olan kap-kaçağın çalınması, “han-ı yağma’’ uygulanmış, bunun yüzünden birçok defa elle yemek yeme zorunda kalınmıştır. (Bilindiği gibi bu âdet, tarihte Tuğrul Bey’in düğününde de aynen uygulanmıştır.) Gelin gelirken, bereket için buğday, dili tatlı olsun diye şeker atılır, ilkinde oğlan doğursun diye kucağına erkek çocuğu verilir, eve girerken, nazarı defetmek için bardak, testi veya şişe kırılmaktadır. Alevilerde erkek evlat istenmesi çok önemlidir, bunun için Dede ocaklarına gidilir ve dua edilir. Gelin güzelleşirse, karnı dikse, canı tatlı çekerse oğlan; çirkinleşir, karnı yayık, canı ekşi isterse kızı olur diye bir inanç daha vardır. Doğum yapmış iki kadın bir araya getirilmez, “kırklarının karışacağı” düşünülür; “al basması”na karşı loğusa yalnız bırakılmaz, yastığına çengelli iğne takılır ve altına ekmek ve makas konulur. Sonra bebeğin kırkı çıkarılır, çeşitli bitkiler toplanır, suya atılır; ayrıca bazen çocuk tuzlanır ve ballanır. Boş beşiğin sallanması uğursuz sayılır, bebek büyüyünce hemen kaldırılır. Çocuğun dişi ağrırsa dua edilir ve duanın bir yerinde ağaca çivi çakılır. Çocuk sünnet parçası toprağa gömülür, nereye gömüldüğü kimseye söylenmez genelde hastane ve okul bahçesine gömülür.
Aleviliğin olmazsa olmazı ziyaret yerleri, eski Türklerdeki atalar kültünün en önemli yansımadır. Ziyaretsiz Alevi yerleşimi olmaz. Dilekler ziyarette istenir, kadınların ziyaretlere gidip çocuk dilemesi çok eski Kırgız adetlerinden bir tanesidir. Ziyaretten bez parçası alınır, üzerinde taşınır.
Alevilerde cenaze törenleri uzun ve masraflıdır. Komşuda cenaze varken şenlik yapılmaz, radyo, tv. açılmaz; cenaze sahibi yıkayana kadar çamaşır yıkanmaz, düğün yapılmaz. Biri öldüğünde hemen ayakkabıları dışarı çıkarılır, şişmesin diye üzerine bıçak bırakılır. Cenazenin yanında ışık yakılır, bu ışık yakma Kırgız ve Kazaklarda görülen ve çok önemli bir ibadet sayılan uygulamadır. Kadınlar da cenazelere katılabilir. Cenazelerde bazen Yasin süresi okunmakla beraber dualar ve Fatiha hep Türkçe okunur. Alevi cenaze erkânında gerçekte her cenazeye özgün dua ve deyiş söylenmesi âdet iken; şimdilerde Sünni cenazelere benzemeye başladığı belirtilmiştir. Cenazelerde abartılı ağıtlar yakılır, yüzler parçalanır ve saçlar yolunur. İlk gün cenazede emeği geçenlere yemek verilir, buna “kazma kürek takırtısı” denir, bu âdete Elbistan’da Sünniler definci yemeği demektedirler. Bu yemekler Yusuf Has Hacip’te geçen “yoğ aşları” ile aynıdır. Ayrıca üçünde ve kırkında yapılan ölü aşlarının Hıristiyan Tatarlarda da olması, bu adetlerin dinî değil Türk kültüründen geldiğini göstermektedir. Cenazenin kırkıncı günü ağız açma yemeği verilerek, sorgu sualini kolay versin denir. Kırk yemeğinde çok iddialı yemekler verilir ki, bu âdet Sümerlerden beri var olan bir Türkmen geleneği olarak adlandırılmaktadır.
Uğur ve uğursuzlukla ilgili inançlar doğumla başlayıp ölüme kadar devam etmektedir. Çocukların ya da hayvanların ani hastalanması nazara bağlanır ya da “Al bastı” denir. Al, bilhassa çocuk ve kadınlara musallat olan bir kötü ruh inancıdır. Bazı ocakların Al’ı tutacağına inanılır ve o aileye mensup kişilerin çaputları üzerinde taşınır. Kantarma Dedeleri Al’a karşı muska yazdıklarını, bu muskanın içinde Ashab-ı Kehf’teki Yedi Uyurların isimlerinin bulunduğunu söylemişlerdir. Uyumayan çocuklara da aynı muska yazılmış ve söylendiğine göre hep olumlu sonuç alınmıştır.
Elin göğüste bağlanması, gece tırnak kesmek, Cuma günleri temizlik yapmak, süpürgeyi yere yatırmak, soğanı çöpe atmak, gece çöplüğe ya da pınarın başına genç kızların yalnız gitmesi, iyi görülmemiş uğursuzluk sayılmıştır.
“At kûdumü, yurt kûdumü, it kûdumü, ille de avrat kûdumü” diye bir atasözünün olduğu ifade edilerek, “Türklerin çok eskiden beri atlarının, yurtlarının ve eşlerinin kendilere uğur getirdiği söylenmiştir. (“Kudûm”, bilindiği gibi “kadem”, yani “uğurlu ayak” tabirinin aksanıdır.)
Nazara karşı, ençok kurşun dökülür, iğde çekirdeği ve üzerlik tütsü olarak kullanılır. “Üzerliğim üzesin, yedi mahalleyi gezesin, üzerlik olduğunu bilim ki, nazarları bozasın” diye duası olduğu anlatılmıştır. Ziyaretlere bez bağlama ve oradan alına çaputların üzerlerinde taşınması nazara karşı kullanılmış, at ve koçbaşları, nazara karşı evin kapılarına ve tarlalara asılmıştır.
Hızır Türk dünyasında bir kurtarıcı olarak görülür ve Boz Atlı Hızır’ın yardım edeceğine inanılır. Alevîler’de Hızır ve İlyas’ın buluştuğu günün kutlanması bir nevi baharı karşılamadır. Üç gün oruç tutulur, mahallenin çocukları komşulardan giderek, un, bulgur, yağ isterler; ya kömbe ya da pilav yapılarak beraber yenilir; çocukların bir oyun ve şarkısı vardır, hep birlikte söylenir. Geceden tepsinin içine biraz un konur ve el basılır; uyanınca Hızır bizim eve gelmiş denilir. Herkes evinden bir parça odun getirir, Dedenin evinde Hızır ateşi yakılır, bu ateş sabaha kadar yanar; çocuklar gülmeceler ve tekerlemeler yaparlar; her ev bir parça bir şeyler verir, bunları marifetli yengeler hazırlarlar beraberce yenilir. Ateşin külü evdeki yağ tenekesinin, peynirin, un çuvalının üzerine ve samanlığa bereket versin diye konulur. Bölgede Nevruz’un kutlandığı pek hatırlanmamakta, hatırlayanlar ise Hz.Ali’nin doğum gününün kutlandığını anlatmışlardır.
Yağmur duası için Maraş Bölgesinde ‘’çomça gelin’’ adeti vardır. Ağaç çomcadan bir bebek figürü yapılarak, komşulardan ‘’çömçe gelin ne ister, bir kaşıcık yağ ister, yağ olmazsa bulgur olsun, senin gönlün sağ olsun’’ şeklinde tekerleme söylenerek ve çocukların topladıklarıyla bir şeyler yapılıp hep beraber yendiği ve çocukların saflığından dolayı yağmur duası yaptırıldığı söylenmiştir. Çömce gelin duası Türklerin yaşadığı her yerde görülmektedir.
Dağda kaybolan hayvanlar için “kurt-ağzı bağlama” ve tarladaki zararlılar için Dedelerin çeşitli dualar yaptıkları anlatılırken, şifa için ise “benim değil Fatıma anamızın eli” sözünün kullanıldığı belirtilmiştir. Murat Aras, konferansını şu sözlerle bağlamıştır:
Sonuçta diyebiliriz ki, Türkistan’dan Balkanlara kadar uzanan coğrafya’da yaşayan halk inançlarının büyük kısmı aynı adlarla muhafaza edilmektedir. Çoğunun kökenleri Orta Asya ve Türk Tarihi’ne dayanmaktadır. Türklerin İslâm dinine geçmesiyle birlikte İslam kimliğine bürünerek İslâmi bir şekil alsa da ilk günkü isimlerini ve şekillerini devam ettirmişlerdir. Eski Türk örf ve âdetlerinin Alevîlerde daha canlı şekilde kalmasının iki önemli nedeni; Alevîliğin dışa kapalı bir sistem ve bilhassa köy kökenli bir inanç sistemi olmasındandır.
Bir merkez-çevre farklılaşması olarak da görülen Alevi-Sünni farklılığını doğrulayan bulgular, yapılan çalışmamızda da görülmüş; şehirleşmeye daha önce geçen Sünnilerde oluşan geleneksel örf ve adetlerden uzaklaşma, gecikerek şehirleşmeye geçen Alevilerde de hızlı bir şeklide meydana gelmiştir. Bununla beraber binlerce yıllık mazisi bulunan bu halk inançları Kahramanmaraş Alevilerinde hala canlı şekilde bugün varlığını devam ettirmektedir.