14 Ağustos 2011 tarihinde kurulan ve 3 Kasım 2002’de girdiği ilk seçimde 34.63 oy oranıyla birinci parti olarak meclise girmiş, hükümet kurmuştu. O tarihlerde ve o tarihten sonra da her ne kadar milli görüş ve Anavatan Partisinin çizgisinden gelen insanlar tarafından kurulmuş olsa da, “tabanı olmayan parti” olarak algılandı.
Bu belki de “ideolojik parti” olmamasından kaynaklıydı.
Bir sol parti değildi, bir sağ parti de değildi. Radikal uçlarda gezen, ırkçı bir parti olarak da gözükmüyordu.
Aslında bir kitle partisiydi ama “kitlesi olmayan bir parti” gibi yansıtılıyordu.
3 Kasım’dan sonra girdiği her seçimde oyunu arttırmayı başardı. Hatta yüzde elli sınırına dayanan bir oy oranıyla ülkenin yarısının teveccühünü kazanan bir parti oldu.
Buna rağmen en çok eleştirilen, “hiç destekçisi yokmuş” gibi yansıtılan bir parti oldu.
Yüzde elli oy alması bile “diğer yüzde elli size oy vermedi” eleştirilerini de beraberinde getirdi.
Oysa bugüne kadar yüzde 20 ve daha az alan partilerin “toplanmasıyla” oluşturulan koalisyonlar, “ülkenin tamamının onayını almış” gibi “zulmetmekten” kaçınmıyorlardı.
AK Parti ise zulmetmek değil, özgürlüklerin önündeki engelleri kaldırmakla meşguldü.
Daha çok yatırım, daha çok özgürlük, daha çok hak, daha çok adalet ve daha şeffaf yapılanma sunuyor, halkı bürokrasinin labirentlerinden korumayı amaçlıyordu.
Ancak buna rağmen de bütün iktidar partilerinde olduğu gibi burada da “menfaat öbekleşmesi” kaçınılmazdı ve bunlar bir şekilde “statüko” görevi bile görüyordu.
Üstelik her zaman paranoya olarak kabul edilecek bir de “terör belası” vardı, hiç bitirilmek istenmiyordu.
Gezi olaylarının öğrettiği ise “farklı yaşam tarzlarına saygı”da bir sorun olduğunu gösteriyordu.
AK Parti’nin hayata kendi ahlaki anlayışından bakması eleştiriliyor, “ahlaksızlığın da bir tercih olduğu” söyleniyordu.
Bunu fırsat bilen çevreler, Gezi’yi hükümeti devirme operasyonuna çevirmekte gecikmediler.
Zaten öncesinde yaşanan Ergenekon Terör Örgütü operasyonu ve sonrasında süren dava, ülkeyi bir kutuplaşmaya götürmüş, Gezi’yle de tuz biber ekilmişti.
Bir şekilde Gezi olayları, AK Partinin silkinmesine de yaradı.
Hemen ertesinde demokratik açılımlarda daha çok ve daha radikal adımlar attı.
Ama daha atılacak adımlar bitmemişti ki, 17 Aralık operasyonu, “paralel yapının hiçbir zaman eksilmeyeceğini” göstermeye yetti.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana “derin devlet” adıyla iki yönetim şekliyle bugünlere geldi.
Derin ve derin olmayan devletin arasında bir “kırmızıçizgi” vardı. Seçilmişlerin geçemeyeceği alan belliydi ve oraya müdahalede bulunanın alaşağı edilmesiyle kalmıyor, bütün bir ülkeye de zulüm dolu yıllar yaşatıyorlardı.
Ama 17 Aralık operasyonu, diğer bütün terör örgütlerinden, derin yapılanmalardan çok farklıydı.
Birlikte yol yürüdükleri, “saygı” ve “hürmet” duyulan bir yapılanma, bir anda “yönetime alternatif” olarak ortaya çıkıyor ve bunu da “hiçbir ahlaki kaygı” taşımadan yapıyordu. Bu da “dost” görünüp, arkadan hançerleyen gibiydi.
Demokrat geçinen, demokrasiden yana tavır aldığını söyleyen, ülkeyi çok seven, milleti için canını vereceğini söyleyenlerin hepsi birden AK Partiye karşı birleşiyordu. Bütün mesele sandıkta yenemediği AK Partiyi, “buldukları ilk fırsatta diskalifiyeetme” yolu arıyorlardı.
Bunun sonucunda bütün milletin bir kez daha zulüm dolu yıllar yaşayacak olması bile kimsenin umurunda değildi.
Hem kendilerinin bir ideolojisi vardı, hem bir siyasi görüşe sahiplerdi ama AK Partinin yoktu. Kitlesi bile olmayan ama yüzde elli oy alan bir partiydi…
Sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan meydanlara indiğinde, “yüzde elli oy aldığı seçimlerden daha çok” ilgi görmeye başladı.
İnsanlar akın akın miting meydanlarına geliyordu.
Hem Türk bayrağını, hem parti bayrağını eline alıyor, coşkuyla seçim müziğinin Türkçesi ve Kürtçesiyle coşuyordu.
AK Partiye ve Başbakana yapılan müdahaleyi kendisine yapılıyor kabul eden bir kitle meydanlardaydı.
Kitlesinin olmadığı, tabanının bulunmadığı, bir ideolojiye sahip olmadığı söylenen AK Parti, kitlesiyle sokaklarda, ideolojisiyle de demokrasi mücadelesindeydi.
AK Parti dönüşüyordu, değişiyordu, olgunlaşıyordu ve yerini gittikçe sağlamlaştırıyordu.
AK Parti, antidemokratik müdahalelerin büyüttüğü bizim çocuktu.
Ne kadar müdahale, o kadar büyümeydi.
Çünkü mesele AK Partinin iktidarda olması, Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakan veya cumhurbaşkanı olmasından çok öte bir şeydi.
Mesele, halkın iradesiyle, ona karşı koyanların mücadelesiydi.
AK Partiye ideolojiyi yakıştırmayanlar, “Demokrat” kimliğini bir türlü görmek istemiyorlardı.
Ve şimdi meydanları dolduranlar, “montaj bu montaj” diye kendi kendilerini kandıranlara karşı, demokrat insanların kendi iradesine sahip olma çabasıydı…
AK Parti, gün geçtikçe hem tabanını sağlamlaştırıyor, hem de “Demokratlığı” bir ideoloji haline, bir yaşam biçimine sokuyordu.
AK Parti, bu yola 2001 yılında girmişti ama oradaki yerini sağlamlaştıran, antidemokratik müdahaleler oldu.
İleride bir gün “biz nerede yanlış yaptık” diyeceklere bir not olsun diye bu yazıyı saklamalarını isterim…
Tweetimden seçmeler
30 Mart'tan sonra iki tür yüzü çok merak ediyorum; birincisi paralel yüz, ikincisi paralelin partisi ve genel başkanının yüzü!