ANILAR SOKAĞIMDAN GEÇİT RESMİ YAPANLAR

.

İçerde Şıh Mustafa, Kertel Emmi; dışarda İbo, Sarı Selahattin, Kulak Mehmet dağılmışlar, Hamza Çavuş’la babam, bir de hamalımız Tinton Ahmet başbaşa kalmıştık. Tıslaya tıslaya bütün kalasları dışarıya taşıdım. Sonuncu kalası taşırken o kadar yorulmuştum ki kalasın canlı olduğunu, köklerinin toprağın içinde bulunduğunu, o kalası taşırken bu yüzden zorlandığımı düşünmeye başladım. Kollarıma baktığımda kalasların üzerinden dökülen üğüntülerin yine de bileklerimdeki tüylere yapışmadığını görerek içten içe sinirlendim ama kimseye de hissettirmedim. Olur ya, benimle dalga geçerlerdi. “Ulan,” derdim böyle yorulduğum, ter içinde kaldığım zamanlarda, “bu şekilde çalışmak zor vallahi, ne yapıp edip okumak lâzım!” Okumuş öğretmenleri, sert görünüşlü doktorları, havalı mühendisleri, kravatları rüzgârda uçuşan cakalı memurları düşünürdüm böyle zamanlarda. Onların iş yaşamı ile bizim çalışma koşullarımız ne kadar da farklıydı birbirinden. Terlemeden kazanmak için, okumak şartmış(mış) gibiydi sanki. Babam, Tinton Ahmet’e, biriken tahta kırıklarını göstererek: “Ahmet,” dedi, “şunları da bir harara doldur da kalabalığı kalksın.”

Tinton Ahmet, doldurma ve hamaliye ücreti hayaliyle hemen işe koyuldu. Kuytu, karanlık, varlığı bile belli olmayan bir köşeden büyük bir harar getirdi. Hiç acele etmeden, bütün ferasetini göstererek tahta kırıklarını harara yerleştirmeye başladı. Ona yardım ederken, bir harara ancak bu kadar tahta kırığı sığdırılabileceğini görüyordum. Neredeyse hararda boş yer kalmamış, tahta kırıkları tek bir tomruk gibi olmuştu. Kolsuz ve (sırtını acıtmaması için) çok kalın ve de en az on yerine yama vurulmuş arkalığını giydi, bizim eve götüreceğimizden emin bir şekilde kendiriyle sarıp sırtına aldı, boncuk boncuk terler alnından yanaklarına, oradan da sivri çenesine akmaya başlarken babam: “Ahmet, onu Adanalı Hatiç’e götür,” dedi. “Tarhana vakti, sağdan soldan odun aramasınlar.” Tinton Ahmet birden durakladı. Hızarın içine dumanlar dolmuş da iyi göremiyormuş gibi önce babama sonra da bana baktı şaşkın şaşkın. Özene bezene doldurduğu hararın bize değil de hediye gibi başka bir yere götürüleceğini anlayınca biraz da bozuldu. Eve değil de başka bir yere gideceğini bilseydi belki bu kadar sıkı istif etmezdi, fazladan yorulmazdı söz gelimi. Bu durumdan rahatsız olduğunu, avurtlarını şişirip puflayarak belirtti. Bana mı öyle geldi acaba? Babama karşı asla öyle bir şey yapmazdı. Babam kendinden küçüktü ama pek sever sayardı onu. Sadece, para alması gereken yerde müşteriden para almadığında babama kızar, “Mustafa, böyle beleşine iş yapma! Çoluğuna çocuğuna yazık!” derdi. Babam da ona hiç seslenmezdi, başını hafiften yere eğer, duymazlıktan gelirdi. Tinton Ahmet tepki olarak derinden derine puflayınca, hızarın içine çöken dumanlar dağılıverdi hızlı bir şekilde. Sonra hararı yekindirdi, tıslaya tıslaya yola çıktı. Ben de:

“Baba, dün hatınanamın çamaşırlarını getirmiştim, vermeyi unutmuşum; anam yumuş, gidip de onları vereyim,” dedim, anamın sıcak su sabunu ile küllü suda çitileye çitileye yıkayıp gölgede kuruttuğu, kuruduktan sonra dikkatle katladığı, katladıktan sonra da bir bohçaya koyduğu çamaşırları aldım, babaannemin bir sokak öndeki evine doğru yürüdüm.

(NOT: Merhum Yazar Hacı Ali Özturan'ın Puslu anılar çiçekçisi isimli kitabından alınarak yayımlanmıştır. Yazıyı okuduğunuzda yazarımıza dua ederseniz mutlu oluruz. Yayın Kurulu)

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yazarlar Haberleri