Halk pazarı Çarşamba günüydü bilindiği üzere. O gün kasabaya ben götürmüştüm köylüleri traktörle. Traktör dediysem, sözüm ona şimdiki gibi eşek fonksiyonunda falan değil; zamanın hükmüyle bir köyde ancak birkaç evde zor bulunan Mercedes mahiyetindeydi.
Fırsattan istifade sürebilmek için kıvranıyorduk etrafında. Fakat amcamın oğlu Ömer, maşallah kime düşürüyordu ki... Üzerine çıkıp yaylı koltuğa oturduğunda, sanki boeing 727 uçağının pilotu zannederdi kendisini. Tozlu yollarda ilerlerken, adeta bulutların arasından geçiyormuşçasına havalara kapılırdı bazen de…
Çoğu kişiler can güvenliği nedeniyle pek rıza göstermeseler de, elim ayağım titreyerek taşımayı başarmıştım sonuçta. Şimdiki belediye binasının sahasına konuşlanan yazlık sinemaya paralel bir yere park ettiğimde muhtarın; “Eğer bir ehliyet verme imkânım olsa, ilk defa sana vermezsem şerefsizim.” sözüne, ne kadar da gururlanmıştım.
Amcamın oğlu Ömer’in, ikide bir anahtarı istemesine kesinlikle aldırmıyordum. Köylüleri, nasıl getirdiysem geri de öyle götüreceğim diye ayak diretiyordum. Gerek “Aşağı Cami”nin önündeki çeşmede, gerekse “Şadırvan”ın orada iki sefer kapışmıştık. Hatta itişip kakışma esnasında farkında olmadan balıkçı tezgâhını da devirmekteydik. Kim iseydi sahibi?..
İşimin önceliği, fotalısından bir gömlekle İspanyol paça bir pantolon yaptırmaktı hevesle. Tabii bir de som çelikten sustalı bıçak… Rahmetli Mehmet Bardız’ın pırtı dükkânından beğendiğim kumaşların birini Terzi Muharrem’e, birini de Gömlekçi Yemliha’ya iletmekteydim. Ölçüp biçtikten sonra; “Önümüzdeki Çarşambaya…” demişlerdi. Oradan da ürkek adımlarla doğru Bıçakçı Ahmet Duran’ın, tahta darabalı minyatür dükkânına… “Ürkek adımlarla” diyorum, çünkü kasabada yeni kurulan Polis Teşkilatı bu tür iş yapanlara asla göz açtırmıyor, sıkı denetime tabi tutuyordu. Hele de “Afşin sustalısı” diye ülke genelinde bilinen bıçakların, imalȃt merkezi iğreti çarşı…
Vakit ikindi üzeriyken römorkun içerisi değişik türden malzemelerle tıklım tıklım dolmuş vaziyette ve herkes kümelenerek beni beklemekte. Ben ise, Bisikletçi Hacı’nın yanında pineklemekteyim. Paramla dahi bindirmiyor bir türlü. “Erçene’li ya da Çağılhan’lı olsan hadi neyse… Velâkin ben daha bir Nadır’lının pedal çevirdiğini görmedim ki…” cümlesiyle yüzüme bakmadan mırıldanıyor. O sırada hafif dikçe ve kirpi saçlı aşkar çocuğun tur atarken düşüp kaçtığını işaretle; “Ahancık bu da, Nışanıt’ın kargacılarından!” diyor.
Massey Ferguson’u çalıştırdığımda, sağ çamurluğun üzerinde oturan amcamın oğlu Ömer’in suratı tekmil turşu satmaktadır. İğdel’oğlu istikametine direksiyonu sertçe kırdığımdan, Kalaycı Hanifi Usta’nın evine yakın duran elektrik direğine çarparak devrilmesini sağlıyordum. Hiç arkama bakmadan ve bağıranları duymamışlıktan gelerek devam ediyorum yoluma. Burnunu sıksanız canı çıkacak derecedeki Ömer’in (yani Yarpuzlu diliyle bizim Omar’ın) kafasını sağa sola sallayarak; “Hıh işte, olacaa buydu!” kabilinden sokranmalarına da kulak asmamaktayım. Yaptığımın farkındayım aslında, fakat bozuntuya vermemeye çalışıyorum.
Küçük Atlas’ın gediğini aşınca vitesi boşa almak suretiyle Tılafşin’e aşağı kapıp koyurmaktayım traktörü. Çakıl döşeli stabilize yolda traktör bir anda uçak hızına dönüşürken, elim ayağıma dolaşıyor panikle. Ne kimse anlıyor yaptığımın gerekçesini, ne de ben anlıyorum. Bağırışmalar çağırışmalar feryatlar… Arka taraftan; “Sakın frene basma!” uyarıları ve salâvat getirmelerle karışık, “Allah, Allah!” nidaları…
İleride sözüm ona eşeklerle her şeyden habersizce yürüyen yolculara avazımın yettiğince ünlemekteyim: “Kaçııınnn, kaçın!!!” Ve yine arka taraftan ıslık çalmalar…
Neye uğradığını kestiremeyen yolcular derlenip toparlanıncaya dek, çuval yüklü eşeğin sağ dengine giydiriyorum. Hayvancağız bir anlık havada ve payamların arasına sırt üstü… Diğer yönden canlarını zor kurtaran yaya kişiler…
Yolun iyi sıkıştırılmamış iri taşları tekerlekleri hoplattıkça, bizimkiler can havli römorkun kapaklarına ya da çuvallara tutunmaktalar. Oturduğum yaylı koltuk keza beni de fırlatacakmış gibi olduğunda, direksiyon simitini sırılsıklam kavramaktayım.
Yükün ağırlığıysa römorkun baskısını sürekli artırmaktadır. Eğer frene hafiften dokunsam, ani yığılma neticesinde derhal takla atması kaçınılmazdır. Traktöre takılı bulunan çeki demirinin de aşırı sarsıntıdan dolayı çıkması veyahut da kopması ihtimal dâhilinde. Haricen işin kötüsü, eğimin Tılafşin’e kadar aralıksız uzamasıdır.
Arkadan bir başka taktik komutu yalıyor kulaklarımı. “Sağ düzlükten çaprazlama tarlaya kır tarlaya!” Ve aynı komut birkaç kez tekrarlanıyor soluk soluğa. Amcamın oğlu Ömer’in müdahale gücü sıfır noktasındadır, zira o da düşmemek için çamurluğun tutamağına kenetlenmiş durumda. Üstelik fazla bir tecrübesi de yok, sadece traktörü kullanmaya meyilli. Saniyelik bakışla direksiyonu en müsait noktaya ayarlayarak, düzlükten tarlaya kırıyorum inceden… Yüzeysel şarampolden kurtardığımda, römorkun sol tekerlekleri yarım açı havaya kalkarak takla atma seviyesindeyken; bu seferde sağ tekerlekler aynı oranda havaya kalkıyor zemin gereği.
Tarlanın yumuşaklığı hızımızı yavaştan yavaşa keserken, biz de geniş kavisli U dönüşü yapıyoruz ha bire. Hulâsa durduğumuzda, derin ve kısa bir sessizlik yaşanıyor oracıkta. Neredeyse bütün gözler, hışımlı bakışlarıyla üzerimizde. Akabinde dili çözülüyor herkesin ve ortak fasıl başlıyor:
-Gomşular geçmiş olsun hepiyize cümleten…
-Geçmiş olsun.
-Geçmiş olsun herkeşe.
-Demek ki yiyecek ekmeamiz, içecek suyumuz varımış daha…
-He valla varımış…
-Verilmiş sadakamız varımış belki de…
-Varımış zahar ki…
-Böök bir tevlike hatlattık aslında…
-Tevlike ki, hemi de ne tevlike…
-Çardaklı Şıh Ahmet haber salıp duruyodu, “Nadırlılar gurban kessin de bir gan akıtsın” deyin.
-Yaaa! Bunun uçunmuş demek ki...
-Gelmeden, gelecaa görmüş mübarek.
-Görür helbetde…
-Gene de tez zamanda köocek garer alak da, bir gan akıdak hak yoluna…
-Akıtmamız ilazim…
Şimdi de bana çevirmişlerdi ağızlarını:
-Ula oolum neyidi garezin, yoosam bizi mi öldürücüyüdün?!.
- Yüreamiz aazımıza geldi Allah gorusun!
-Öldük öldük dirildik valla!
-Goca moturu sen nasıl sürücün? Şifor dealsin, ne dealsin…
-Şu irezilliimizi görüyon zahar?
-Yav irezillea can gurban. Ya öte düynede olsıyaydık şincik?!.
-Ola da bilirdik netekim…
Şoklanmış korkularla katmerli konuşmalar devam ediyorken, Kel Musa girdi devreye: “Uşak ee gözel gonuşuyosuyuz da, hasteden haberiyiz var mı? Adam gıvranıp duruyo sessizce!”
Kayseri’de ameliyat olan Niyazi, kasabada binmişti traktöre. Meğerse o çalkalanmalardan ve sarsıntılardan dikişleri patlamış. Bereket ki ana yola yakın civarlardayız. Göksun tarafından gelen bir kamyonla acilen Elbistan’a yollanıyor köylülerce.
Oysa eşyaların uğradığı zarardan kimsenin haberi yok henüz. Römorka yeniden bindiklerinde topluca şaşırmışlardı. Kiminin gaz yağı tenekesi devrilerek, bir başkasının şeker çuvalına akmıştı. Kiminin lamba ve lüks camı kırılmıştı. Kiminin tamire getirdiği radyosu tekrar arızalanmıştı. Kiminin pazardan aldığı gıda maddeleri birbirine karışmış haldeydi vs.
Kasabadan hareketimiz esnasında yalnızca amcaoğlu Ömer’in suratı turşu satarken, şimdi herkes Ömerleşmiş konumdaydı. Muhtar, yarı şaka yarı ciddi tavrıyla bir önceki sözünün hilafına; “Saa (sana) ehliyet mehliyet yok! Hatta verenin de…” biçiminde kaptırıyordu.