Cemal Süreyya “Sizin hiç babanız öldü mü?” diye sormaya başlamıştı. Onunki bir kere ölmüştü, kör olmuştu. Yıkamışlardı, almış, götürmüşlerdi. Babasından hiç ummazdı ya, gitmişti.
Benim hem babam ölmüştü bir kere, hem annem ölmüştü aynı kere…
99 gün sürmüştü…
Önce birisi bıraktı gitti, sonra diğeri…
Annemin gidişini babam haber vermişti.
Gece yarsından sonra saatler 02.30’u gösterirken çalan acı telefon, annemin ambulansla hastaneye kaldırıldığını söylüyordu.
Telefonun öbür ucunda olan babamın korku, telaş ve 55 yıllık eşini kaybedecek olmanın üzerine çöreklendirdiği bir dil kullanmıştı; “Naif, oğlum, çabuk yetiş!”
Ne bilsin, 99 günlük bir ömrünün kaldığını…
Nasıl hazırlandığımı ve nasıl hastaneye yetiştiğimi bilmiyorum ama ambulansla birlikte acile girmiş, sağlıkçılarla birlikte kendimi o çok özel resüsitasyon odasında bulmuştum.
Annem ellerimden kayıp gidiyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum.
Yalnızdım orada…
Yalnızdım bütün hastane çalışanlarının, hastaların ve hasta yakınlarının arasında…
Hayatım bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden, her karesinde annem vardı.
Müdahale ettiler, hayata döndürmek için uğraştılar, nefes alsın, kalbi çalışsın diye bütün aletlerle ellerinden geleni yaptılar…
Anjiyo için Tıp Fakültesine yolladılar, belki bir umut olur diye…
Tıp Fakültesinin dördüncü katında, dilde dualarla bekledim durdum.
Koridorda mı durdum, koltuklarda mı oturdum, duvar dibine mi sindim bilmiyorum.
Haberi alıp yetişen bacımı teskin etmek de bana düştü.
Ve sabah ezanı okunmaya başlamıştı.
Müezzin yanık yanık Allah’ın büyüklüğünü haykırıyor, herkesi kul olmaya davet ediyordu.
Dilimden düşmeyen dualar artmaya başladı ki, kapı açıldı ve bir görevli bana doğru hızla geliyordu.
Kız kardeşim yolunu kesti, o, hiç aldırmadan bana geldi.
Ben büyümüştüm demek ki…
Erkektim ve yüreğim daha katıydı.
Doktorun sadece beni çağırdığını söyledi ve acı haberi aldığımdan sarsılıp sarsılmama, hıçkırıp, hıçkırmama arasında gidip geldim.
“Allah verir, Allah alır” sözü döküldü dilimden sessizce, ben bile duymadım.
Kız kardeşimi teskin etmek, kalanlara haber etmek, dışarıdaki çocuklarını son görevlerini yapmak üzere çağırmak da bana düştü, sabahın ilk ışıklarında…
99 gün boyunca babam çok sıkıntı çekti.
Hastalığı gittikçe artıyor, doktorlar şifa değil, acısını dindiriyordu.
Mutlu bir haberi ilk babama veriyorduk, moral olsun diye…
Üzücü haberleriyse hep gizliyorduk, acısı artmasın diye…
99 gün boyunca bir ayağımız hastanede, bir aklımız da ondaydı.
Yoğun bakımın kasvetli odasında iki dakika görüşmek, geri kalan dakikalarda dua etmekle geçiyordu.
Makinaya bağlamışlardı bir gün boyunca.
Hayat belirtisi yoktu, dilimden bir mısra dökülüverdi oracıkta, tam da kasvetli havaya uygun düşüyordu; Merhaba baba, merhaba! Bak bugün yağmur yağdı, gök ağladı, bulutlar gözyaşına boğuldu. Rüzgâr esti deli deli, yüreğimi savurdu durdu.
Dua ediyordum yaradana; “Biz makinaya umut bağlayanlardan değiliz. Umudun en yüce makamınadır yalvarışımız. Veren O’dur, alacak olan da O!”
79 yaşındaki babamın nasıl yaşadığını iyi bildiğimden; “Önemli olan uzun ve kısa yaşamak değil. Erken doğmak, geç gitmek de değil. Önemli olan bir günlük de ömrün olsa insanca yaşayabilmektir.” diyebiliyordum.
Çaresizlik kötüydü; “Yaşanan acıyı dindirememek, akan gözyaşını silememek, sevdiklerinin yok olup gitmesini engelleyememek, çekilen acıdan daha acıdır.”
Son olarak da; “Bu kadar mı yalansın be zalim dünya, bu kadar mı vicdansız?”diye zalimliğini hiç korkmadan hayatın tam yüzüne haykırmıştım.
Sonra 99 gün doldu…
Bu defa ağabeyimi çağırmışlardı, o da bana söyledi; babam ağırlaşmış, çabuk gelin diye…
Anlamamak mümkün değildi, anlamıştım. Dilimden aynı sözler döküldü; Allah verdi, Allah aldı diye…
Aynı hızla yoğun bakımın kapısına vardığımda “baban öldü, başın sağ olsun” dediler.
Çok kolay söylediler…
Annemde de, babamda da çok kolay bir şekilde haber verdiler…
Öldü…
Onlar için doğaldı; insanlar doğardı, yaşardı ve elbet bir gün ölürdü…
Ama o benin annemdi, o benim babamdı…
99 gün arayla ikisinden de olmuştum.
Artık hem öksüzdüm, hem yetim…
İşte şimdi derdimi soran olmazdı.
Sevincime ortak olan bulunmazdı.
Yaşıma başıma bakmadan beni azarlayan veya şımartan da yoktu.
Sıkıntımda cebime para sıkıştıran gitmişti.
Çocuklarımın huysuzluğuna laf eden, başarısıyla övünen de yoktu.
99 gün boyunca annemize üzülememiştik, babamız üzülmesin diye.
Şimdi üzülebilirdik artık…
Zaten “Hüzün kokuyor her yanım. Sarıp sarmalıyor beni. Saçlarımı kaplamış, gözlerime fer olmuş. Ezgi tadında dualar dolaşıyor, dilden dile…”
Hem biliyor musunuz, insan babasını kaybedince büyürmüş.
Elbet büyümeyi hiç istemedim.
Kaderde büyümek de varmış.
Cemal Süreyya, “Sizin hiç babanız öldü mü?” diye sormuştu ya, evet benim bir de annem ölmüştü bir kere ve ben kör olmuştum, iki kere…
Geriye dönme şansım yok elbet ama babası ve annesi yaşayanların bu şansı iyi kullanması gerekir.
Tutacak bir eliniz, yaslanacak bir omuzunuz olsun, onlara sıkı sıkı sarılın…