Geçtiğimiz Pazar evden hiç çıkmadım. Anladım, zor işmiş gün boyu evde oturmak. Sıcak bir yandan, sürekli tartıştığım çol çocuk öte yandan. Allahtan kendime has bir çalışma odam var!
Kahvaltı sonrası sığındığım odamda çoktan beri elimin altında durmasına rağmen bir türlü okuyamadığım Hece Dergisinin Kemal Tahir Özel sayısı duruyor. Gençliğimizde okumamız için bize Mehmet Akif’i, Necip Fazıl’ı, Sezai Karakoç’u, Nuri Pakdil’i, Edebiyat ve Mavera dergilerini öneren ağabeyler, Nazım Hikmet’i, Kemal Tahir’i ve o dönemde komünist bilinen fikir adamlarını, şair ve yazarları okumamızı istemiyorlardı. Bizde bu sebeple bu insanları derinlemesine okuyamamıştık. Karar verdim bu gün tek işim Hece Dergisinin hazırladığı bu eseri incelemek olacak. Öylede oldu…
Kemal Tahir
Hece Kemal Tahir’i incelemeye şu cümlelerle başlamıştı. “Türkiye’nin Ruhunu Arayan Aydın Kemal Tahir nerdeyse yüzyılı arayışları ve mücadeleleriyle yaşamış bir aydındır. Onun hayatında da yüzyılın bütün izlerini görmek mümkündür. Kemal Tahir’in hayatının ilk on yılı (1910–1920), ülkenin yedi cephede savaştığı yıllara denk düşer; saraya bağlı asker bir babanın oğlu olarak adeta savaşan bir dünyaya gözlerini açar. İkinci on yılı (1920–1930), İmparatorluğun dağılıp tasfiye edilmesinden sonra yerine kurulan yeni rejimin devrimlerinin gerçekleştirildiği yıllara rastlar. Bu dönemde annesini kaybeder, seçkin çocuklarla gördüğü eğitimini yarım bırakır. Yaşıtları gibi bir devrim çocuğudur o da. Bir genç olarak hayatının üçüncü on yılını ise (1930- 1940), rejimin yerleştiği, kurumsallaştığı ve Kemalist ideolojinin ete kemiğe bürünerek gerçekleştiği döneme denk düşer. Kemal Tahir bu yıllarda döneminde etkisiyle heyecanlı, umutlu ve genç bir Kemalist’tir. Toplumsal, siyasal sorunların çözümünü Kemalizm de görür. Altmış üç yıllık ömrünün dördüncü on yılını (1940 – 1950), romantik bir komünist olarak Kemalizm’in hapishanelerinde geçirir. Duygularının durulmasına, düşüncelerini gözden geçirmeye, ülkesinin insanını tanımaya fırsat bulur. Hapishane onun düşüncelerinde değişimler yaratır. Artık ülkesine de ülkesinin insanına ve tarihine de o güne kadar inandığı Kemalist ve Marksist ideolojiye de bir başka gözle ve çok farklı açıdan bakar. Bastığı yeri yeniden tanımak ve tanımlamak ister. O artık kırk yaşında yetişmiş bir insandır ve kendini bulmanın eşiğine gelmiştir.”
21 Nisan 1973'te İstanbul’da yaşamını yitirdiğinde kendini bulmuş ve; ‘Sağır dere (1955), Esir Şehrin İnsanları (1956), Körduman (1957), Rahmet Yolları Kesti (1957), Yedi Çınar Yaylası (1958), Köyün Kamburu (1959), Esir Şehrin Mahpusu (1961), Bozkırdaki Çekirdek (1962), Kelleci Memet (1962), Yorgun Savaşçı (1965), Devlet Ana (1967), Kurt Kanunu (1969), Büyük Mal (1970), Yol Ayrımı (1971), Namusçular (1974), Karılar Koğuşu (1974), Hür Şehrin İnsanları (1976), Damağacı (1977), Bir Mülkiyet Kalesi (1977)’ gibi dev yapıtları bizlere hediye etmişti. Mekânı Cennet olsun…
Nuri Pakdil
Birkaç saat sonra sürekli okumaktan rahatsız olan gözlerimi dinlendirmek amacıyla okumaya ara vererek oturma odasına geçtim. Televizyonun karşısındaki divana uzanarak kanalları gezmeye başladım. TRT 1 Kanalında ilk defa 23 Aralık 2010 tarihinde yayınlanan "Nuri Pakdil Asla ve Daima" isimli TRT'nin katkısıyla hazırlanan ve ünlü edebiyatçı Nuri Pakdil'in hayatının anlatıldığı belgesel yayınlanıyordu. Tüm dikkatimle bu programı izlemeye başladım. Dostlarının/Sevenlerinin (İbrahim Paşalı, Hasan Seyithanoğlu, Rasim Özdenören, Atasoy Müftüoğlu) ağzından Nuri Pakdil’i ve onun mektebi sayılan Edebiyat Dergisinin serüvenini bir kez daha dinleme heyecanını yaşadım bu Pazar. Batlılaşma karşıtı bu iki dev düşünür ve edebiyatçının hatırasını aynı gün ve peş peşe yaşamak tesadüf müydü bilemem. Musa Özer’in deyişiyle; “Nuri Pakdil, aslında bir kişisel gelişim ustasıdır. Söylemek istediklerini sıkmadan, kasmadan, germeden; öyle sıcak, naif, hoş bir tarzda söyler ki, benzeri yoktur.”
“Okumadığım gün karanlıktır” diyor ya Üstat, benim en aydınlık günüm bu günüm olsa gerek.