En doğru mahkeme kararı, bizim memnun olduğumuz karar mıdır diye çok düşündüm. Sadece ben değil, genel olarak toplumu ilgilendiren tüm kararlarda, belli kesimlerin, belli duygularını hissedebiliyorum. AYM kararları da tıpkı böyle, fal tut istersen.
Bir papatya alıyorsun ve o güzelim yapraklarına kıyarak, “bu kararı sevdim, bu kararı sevmedim” diye tek tek koparıyorsun. En sona kalanda “bu kararı sevdim” çıkarsa, AYM’nin tüm kararlarına gözü kapalı “evet” diyenlerden olursun. “İşte bu!” diye haykırırsın. Yok eğer sona kalan yaprak, “Bu kararı sevmedim” çıkarsa, bu defa da “İşte yine bizi yanıltmadı, yine yanlış karar verdi” dersin ve ondan sonraki tüm AYM kararlarına “yanlış” damgasını yapıştırırsın.
Keşke bu kadar kolay olsa…
Keşke fal açarak, dilek tutarak, içimizden geçenleri söyleyerek, gerçekleri haykırarak kararların sonucunu beklesek…
Kutuplaşmanın olduğu toplumlarda, belli konularda benzer görüşler ortaya çıkmaz.
Olması gereken bu olsa da, tarafgirlik yüzünden olması, bunu geçersiz kılıyor.
Çünkü bize yakın olana verilen kararla, bizden uzak olana verilen karara davranışımız aynı şekilde değil.
Adaleti kendi içimizde sağlamadığımız halde, başka yerlerde, başka kurumlarda sağlayacağımızı düşünüyoruz.
Buna rağmen de Türkiye’de genel olarak bir adalet sorunu olduğu gün gibi açık.
Nabza göre şerbet vermenin yanında, her döneme göre karar verenler bile var.
Bizim mahkeme var, onların mahkemesi var, diğerlerinin mahkemesi var.
Bir mahkemenin verdiği kararın tam tersini veren mahkeme var.
Oysa yasalar belli, kanunlar belli, cezalar belli ve suçlar da belli.
Her suça ne ceza verileceğini üç aşağı beş yukarı tahmin etmek zor değil. Zira aradaki fark, mahkemenin “bizim dışımızda edindiği bilgi” veya takdir hakkı, vicdani gerekçeleridir.
Buna rağmen, toplumun neredeyse tamamının suç kabul ettiğini, ödüllendirecek mahkeme bulmak, her babayiğidin harcı değil. En azından bizim gibi garibanlar, bu mahkemeyi bulamaz.
Bu mahkemeyi bulmak, servetin kabarıklığına mı bağlıdır, arkasındaki güce mi bağlıdır, dış ülkelerin büyüklüğüne mi bağlıdır, doğrusu bilemiyorum.
Bir memur, ihale evrakının ucunu gösterdi diye işinden olduğu bir zamanda, devletin en gizli bilgilerinin ifşa edilmesi “kahramanlık” sayılıyorsa, mahkemeleri değil, vicdanları yargılamak lazım.
Hiç kimse düne kadar 1.5 milyona sattığı villayı, “istedikleri haberi yayınladı” diye üç katı fazlasıyla alamaz.
Hiç kimse yasada suç olan bir haberi yayınladı diye gazeteciye alkış tutmaz.
Gazeteci, gazeteciliğinden dolayı yargılanmamalı ama gazeteciliğinden dolayı.
Bir terör örgütü mensubuna veya yandaşına “yardım ve yataklık” cezası veriliyorsa, bir gazeteci de “yardım ve yataklık” etmişse aynı cezayı alabilmelidir. Değilse ikisi de cezasız kalmalıdır.
Sıradan bir vatandaş, cumhurbaşkanına hakaret ediyor ve ceza alıyorsa bir gazeteci, bir yazar da alabilmeli, değilse sıradan vatandaş da “hakaret özgürlüğünü” sonuna kadar kullanmalıdır.
Devlet sırrını ifşa etmek, bir memur için suç teşkil ediyor ve görevden bile uzaklaştırılıyorsa, bir gazetecinin devlet sırrını ifşa hakkı olmamalıdır. Olacaksa, o zavallı memurun da bir suçu, bir günahı olamamalıdır.
MİT araçlarında ne olduğu, MİT mensubu dışında hiç kimseyi ilgilendirmiyor, içeriğine bakma hakkı vermiyorsa ve bu yasada belliyse, bunu araştıran, soruşturan, yayınlayan herkesin aynı şekilde ceza görmesi gerekir.
MİT tırında silah olması da, ekmek olması da bir şey değiştirmez.
Hatta MİT tırında bulunduğu söylenen silahlar, İŞİD’e gidiyorsa da, PKK’ya gidiyorsa da, El Nusra’ya gidiyorsa da değişmeyeceği gibi, Türkmenlere gidiyorsa da değişmemeli. Mit Tırı davasında en önemli sorun, tırın “kendilerinin desteklemediği” bir adrese gitme ihtimaliydi…
Eminim ki, o tır, yüküyle birlikte Esed’e veya kendilerinin desteklediği bir başka terör örgütüne gidiyor olsaydı, bu kadar kıyamet kopmazdı, onu söyleyeyim. Çünkü büyük olan tır değil, büyük olan MİT değil, büyük olan oyundu ve halen sahnede, en heyecanlı perdesiyle devam ediyor.
Sorun MİT tırı olmalıydı beli, o zaman bir şekilde anlaşılırdı ama asıl sorun, MİT tırında ne olduğu değildi, o tırın, “kendi planlarını ters yüz eden” bir yere ulaşacağına inanıyorlar, hatta bundan eminlerdi. Bütün tantana, bütün karşı çıkışın gerekçesi tırın gideceği adresti, içeriği değil. Eğer o tır, kendilerinin koruduğu bir terör örgütü olsaydı, bütün kirli yapılanmalar bir araya gelerek bağırıp çağırmazdı.
O zaman, başından beri “hak” kavramının oluşmadığı bir davada, “hukuk” aramanın âlemi yok.
Ülkeye ihanet eden, bir başka ülkenin çıkarlarına hizmet edecek ajanlıkta bulunan ve devletin sırrını açığa çıkaran birisinin salıverilmesi, bugün değilse yarın olabilirdi. Salıveren de AYM değilse, bir başka mahkeme olabilirdi.
Sorun, hukuksuzluğun ve ihanetin kahramanlık olarak algılanmasıdır ve böyle bir yerde, haktan, hukuktan bahsetmek, boş işlerle uğraşmaktır.
Türkiye’de bir devrim yapılacaksa adalette devrim yapılmalı; kürsünün karşısına kim düşerse düşsün, aynı şekilde karar sonuçlanmalı. AYM başta olmak üzere her mahkemenin, her davasında bir papatya alarak, güzelim yaprakları heder etmemeliyiz…
Tweetimden seçmeler
Biz, herkesin bizim gibi inanması, bizim gibi yaşaması mücadelesinde değiliz. Aksine, herkesin inandığı gibi yaşamasının kavgasını veriyoruz.