Geçtiğimiz günlerde, en yakın arkadaşımla bir kafede buluştuk. Kahvelerimizi söyledik ve konuşmaya başladık. Derken konu konuyu açtı. Babasından şikâyetçiymiş bizimkisi. Her şeyine karışıyormuş. Akşam eve geç geldiğinde kızıyormuş mesela. Giydiği kıyafete bile karışıyormuş. Kimle gezdiğine kimle konuştuğuna bile. Üstelik erkek olmasına rağmen. Uzun uzun şikâyet etti durdu. Bana anlatıyordu bunu. Şu ana kadar ki hayatının büyük bölümünü babasız geçiren birine şikâyet ediyordu. Dayanamadım, sana bir şey anlatayım dedim ve başladım.
Henüz beş yaşındayken anlam veremediğim bir sabaha uyandım. Gece yatağıma girerken ailemden başkası yoktu evimizde. Ama aynı gecenin sabahında evimiz hınca hınç insanlarla doluydu. Yatağımda değil de küçük ağabeyimin dizlerinde açtım gözümü. İnsanlar kuran okuyor, ağlıyordu. Anlam veremiyordum bu insanlar neden burada diye. Hiç birini de tanımıyordum diyebilirim. Gözümün ucuyla etrafı yokluyordum ki, her zaman pencere kenarında yatan hasta babamı gördüm. Bir terslik vardı. Hiçbir zaman benden sonra uyanmazdı. Ama gözleri kapalı ve hareketsizdi. Çenesine de anlam veremediğim şekilde bir bez parçası bağlanmıştı. Hemen kalkıp yanına gittim. “Baba” diye seslendim ama tepki vermedi. Omuzundan onu uyarmaya çalıştım ama nafile. Elleri göğsünde birleşmiş bir halde uzunca yatıyordu yatağında. Çenesini niye bağladıklarını anlayamazken ayak başparmaklarının da bağlı olduğunu fark ettim. Ters giden bir şeyler vardı biliyordum artık. Nefes almıyor hareket etmiyordu. Gözlerim annemi aradı fakat göremedim. Ağabeyim elimden tuttu ve beni babamın yanından uzaklaştırmaya çalıştı. Ağlıyordu içini çeke çeke. Dilimi yutmuş ya da konuşmayı unutmuş gibiydim. Ses çıkaramıyordum. Her taraf insanlarla dolu. İçeride erkekler dışarıda kadınlar vardı. O kalabalığın içinde annemi fark ettim. Ayakta zor duruyordu adeta. İki koluna teyzelerim girmiş, zor ayakta tutuyorlardı onu. Beni görünce daha da çok ağlamaya başladı. Sarıldı, kokladı… Annemin hiç böyle ağladığını görmemiştim daha önce.
Acıyan gözlerle bakıyorlardı gözlerimin içine. Bense her şeyden bir haber çocukça dolaşıyordum etrafta. Başımı okşayan insanlar her taraftaydı. Aradan biraz zaman geçti. Sonra sandığa benzer bir şey geldi evimize. İçine babamı koyduklarını gördüm. Üzerini kapatıp omuzlarına aldılar ve bir araca koydular. Annemin ağlayışını hala unutamam o sandığın arkasından.
Herkes arabalarına bindi ama beni kimse yanına almadı. Götürmek istemiyorlardı beni ama ben gitmek istiyordum. Arabaların arkasından koştum bir süre ve hiç tanımadığım birisi beni arabasına aldı ve mezarlığa gittik. Babamı beyaz çarşaflarla sarmışlardı. Ve derin bir kuyuya indirdiler. Üzerine toprak atmaya başladılar. Henüz beş yaşında bir çocuğun hayatında hiç görmediği şeylerdi belki de bunlar. Bunun adı ölümdü ama beş yaşındaki çocuk nerden bilebilirdi ki ölümü? Hele bir de babası ise ölen.
Küreğin her dolup boşalmasında içimde fırtınalar kopuyordu. Niye gömüyorlar babamı? Ne oldu ona? Niye bizden ayırıyorlar?
Gözyaşlarım yanaklarımdan akmaya başladı. Korkuyordum artık. “Bir daha babamı göremeyecek miyim?” diyordum içimden haykırırcasına. Dualar okundu ve babam artık topraklar altındaydı. Arkamızda bırakıp onsuz geldik eve. “Ben babamı görmek istiyorum” diye ağlıyordum hıçkıra hıçkıra. Beş yaşındaki bir çocuğun yaşamaması gereken şeylerdi bunlar. Günlerce sürdü ağlayışlar. Evimize her gün farklı insanlar gelip gidiyordu her geçen gün daha da azalarak. Belirli bir süre sonra biz bize kaldık evimizde, annem ve iki ağabeyimle. Çocuğum ya çok çabuk unutuyordum her şeyi. Zaman hızla geçiyordu. Kısa süre sonra okula başladım. Annem hiç yanımdan ayrılmadı. Belki de bu yüzden hissetmedim babasızlığı. Ama ne zaman bir veli toplantısı olsa, herkesin babası gelirken benim annem gelirdi. İşte o zamanlar çok üzülüyordum. Sokağa çıkmak istediğimizde, herkesin babası izin vermezken benim annem izin vermiyordu. Herkes babasından bahsederken boynumu eğiyordum önüme ilkokuldayken. Üzülüyordum içten içe. Ama belli etmiyordum kimseye.
Henüz beş yaşındaydım babamı kaybettiğimde her şeyden habersiz. Anılarım hep hasta yatağında olduğu zamanlardan. Kucağına aldığını hatırlamıyorum. Elimden tutup koştuk mu bilmiyorum. Babamla iki fotoğrafım varsa bir tanesi hasta haliyle. Şuan yirmi dokuz yaşındayım ama hala baba oğul vakit geçiren birilerini gördüğümde yüreğime bir şeyler saplanır durur.
Doya doya baba diyemedim ben. Bir gün evlendiğimde, sevdiğim kadının babasına en içten şekilde baba diyeceğim dedim durdum sürekli. Dünyalar güzeli bir kadınla evlendim yirmi altı yaşımda. Babasıyla tanıştığımda koklaya koklaya öptüm ellerini. “Baba” dedim en derinimden gelerek. Bir buçuk yıl bile sürmeden kaybettik onu. Hem de benim babamın hastalığının aynısından. Böbrek yetmezliği… Düşünsenize beş yaşında babanızı kaybediyorsunuz, yirmi yıl sonra yeniden birine baba diyorsunuz ve sadece bir buçuk yıl sonra onu da kaybediyorsunuz. Kendi babamla yaşadığım anılarım çok fazla değil ama eşimin babasıyla yaşadığım anılar hep aklımda.
Neden mi anlatıyorum bunları sana? Bazı şeylerin kıymetini kaybettiğimizde anlarız diye bir klişe vardır bilirsin. Kaybettiğin babansa bu daha farklı oluyor. Babasına kızan insanlara anlam veremiyorum. Ne olursa olsun, akşam eve gelen bir adam var. Bayramlarda elini öptüğün, en mutlu gününde yanında olan birisi var. Erkeksen düğününü yapan, kız isen duvağını kapatan bir baban var. Akşam okul çıkışında beni bekleyen bir babam olmadı ama senin vardı. Bunun gibi onlarca şey sayabilirim.
Arkadaşıma döndüm ve “Sahi bunları dinledikten sonra bile hala babandan şikâyet edecek misin?” diye sorduğumda başını öne eğerek sessiz kaldı.
Unutmadan söyleyeyim, bunların hepsini hissettim ama benimde dağ gibi annem vardı. Eksikliğini hiç hissettirmemeye çalıştı. Hem anne hem baba oldu bize. İyi ki varsın annem. Seninle gurur duyuyorum.
Anne ve babalarımızın kıymetini bilelim. Onlarla anılar biriktirelim. Fotoğraflar çektirelim ve bunları saklayalım bir ömür. Yarın ne olacağını bilmiyoruz sonuçta. Ve onları kaybedince değil kaybetmeden koyalım en kıymetli yere. Sağlıcakla kalın…