Sıcak kurum görmediğimden olmalı kurumları ikiye ayırırım; soğuk kurumlar ve ılık kurumlar diye. Hani bazısı “buz gibi”dir ama ben kısaca “soğuk” demeyi seviyorum. Bu görüşüme okuyucularımın çoğunun katılacağından da eminim.
Kamu kurumları genellikle bürokrasinin çokluğundan olmalı ki insanlara soğuk gelir.
Şuraya gideceksin!
Yan odaya imzalatacaksın!
Karşıdan havale et!
Fotokopi çektir gel!
Şöyle yap, böyle yap!
Bütün hepsini yaptıktan sonra “şu eksik, bu eksik, git tamamla!” talimatlarıyla başın döne döne günü tamamlarsın. Hele bir de “emir verme hastalığı” bulunan yani İbrikçibaşılığa meraklı memura denk geldiyseniz vay halinize!
Şükür ki, “bugün git, bir daha da gelme” dönemleri bitti de, soğuk yüz, biraz daha ılıdı. Eskiden kurumlara hizmet eden bizdik, şimdi onların hizmet etmesi gerektiğinin farkına varıldı. Halen bunu hatırlamak istemeyen çıksa da, geneli “hizmet” edeceğinin farkında.
O nedenle genellikle tüm kamu kurumlarını “ılık” diye nitelendirmek gerekiyor.
Soğuk kurumları ise tahmin edersiniz; Karakollar ve Adliyeler… (Bir de ııyyyy kurumlar var; cezaevleri ve askeriye ama onlar konumuz dışı. Çünkü buralar elini kolunu sallayarak gireceğin yerler değil.)
Aslında eskiden bu iki kurum “buz gibi soğuk”tu ama yapılan iyileştirmeler “buz gibi” kısmının nispeten alındığını ve sadece “soğuk” kısmını kaldığını söylemeliyim.
Az şey yapmadılar canım, önce karakolları maviye boyayıp, “Mavikol” yaptılar ama bu pek inandırıcı gelmedi.
Sonra “güler yüzlü” polisler geldi; daha tahsilliydi, daha insani ilişkileri kuvvetli. Halen cop vuran, biber gazı sıkan, tazyikli suyla dayanma gücünü ölçenler de vardı ama her şey muhatabına göreydi, size göre bir şey yok!
Zaten önceden de işkenceyi “hak edene” uygularlardı ve herkes de bunu hak ediyordu.(!)
Ama soğuktu işte canım, mahkemeler de, karakollar da, maviye boyanan kollar da.
Bunu söylemek için suçlu veya masum olmanız da gerekmez, yapısından mıdır, kasvetli havasından mıdır, suçlu suçsuz ayrımında karışıklığın, her an için söz konusu olmasından mıdır bilemem ama soğuk işte canım.
Dün küçük bir işim nedeniyle bu soğuk kurumlarımızdan birisi olan Adliyeye gittim. Git gel diye tam üç defa uğradığımdan olsa gerek ki, “Bağhh Heleeee” fıkram aklıma geldi. Eski Adliyeler ve eski mahkeme salonlarını ve halkımızın doğruyu söylemede ki güzelliğini de yansıtıyordu.
Daha önce bir kısmını “Cenk Gülen” adıyla yazdığım kitabımda anlatmıştım.
Bugün sizlerle yeniden paylaşmak istiyorum.
***
Mahkeme salonlarını bilirsiniz. Bilmiyorsanız da bu tarifimle öğrenmiş olacaksınız ve umarım canlı olarak da hiç görmeye ihtiyacınız olmaz.
Mahkeme salonlarındaki sıralama, Asliye Ceza, Asliye Hukuk, Ağır Ceza veya Sulh gibi türlerine göre değişiklik gösterse de, biz bir tanesini anlatalım, siz diğerlerini hayal edin!
Sanık kürsüsünün hemen karşısında mahkeme heyetinin yüksek yeri bulunur.
Bu nedenle de “yüce mahkeme” diye hitap edilir.
Yüceliği, kürsünün azametinden değil, adaletin önemindendir.
İşte o kürsünün tam ortasında, genellikle yaşlı bir hâkim, solunda kıdemsiz, sağında ise kıdemli hâkim bulunur.
Herkes “hâkim” deyince pos bıyıklı Hulusi Kentmen’i akıllarına getirir ama pos bıyıklı hakim pek de bulunmaz.
Neyse, Hulusi Kentmen’e rahmet okuyup, devam edelim.
Hâkimin sağında ki kıdemli hâkimin diğer yanında ise savcı bulunur.
Avukat ise Kıdemsiz Hâkimin solunda ama “yüksek kürsüden” aşağıdadır. Hani “savunma hakkı kutsaldır” falan filan diyorlar ya siz ona inanmayın. Avukatın yerine bakın, sözün ne kadarının savunmada olduğunu da görün.
Lafı kaynatmadan devam edelim.
Önde ise aslında ne yazdığı çok da belli olmayan “şakkır şukkur” sesin gür çıktığı yerde, hiçbir yöne bakmayan, daktilonun (şimdilerde yerini bilgisayar aldı) başında kâtibe hanım kızımız, hâkimin ağzından çıkacak ve ‘yaz kızım’ diye başlayan cümleleri yazmak için kulakları dikizde öylece durmaktadır.
Salonda dinleyici sıralarının tam ortasında sanık kürsüsü, karşıda tanık kürsüsü vardır.
Savunma makamı, yani avukatlar içinde bir masa bulunur.
Ancak savunma makamı pek de yerinde oturmaz, sanırım oturunca davayı kaybetme riski var diye ha bire gezerler.
İşte böyle bir mahkeme ve savunma makamında iki avukat var.
Dava konusuyla ilgili bir tanık dinlenecek, Mübaşir tanığı çağırıyor.
Mahkeme salonuna giren tanık, hafif şişman, babacan tavırlı tipik bir Anadolu insanı.
Tanığımız, çok tanık olduğu olayla ilgili can alıcı detayı aktaracak olmanın gönül rahatlığıyla ve vakur duruşuyla ağır ağır içeriye girer ve tanık kürsüsünün hemen yanındaki yerini alır.
Asliye Ceza Hâkimi tanığa yönelir ve yabancı filmler de gördüğümüzün aksine, yani işin Türkçesini sorar;
“Sadece doğruyu söyleyeceğine yemin eder misin?”
Tanığımızın yalan konuşması asla mümkün olmadığından, kendinden emin bir şekilde ve bunu “dostça” yansıtmak için, kendine has üslubuyla cevap verir.
Tanığımız biraz gerilir, karnı öne, başı arkaya, sağ eli ise havada bir kavis çizerek ‘bak hele’yi yerel şiveyle “Bağhh heleee” ye çevirir.
Tanık aslında “elbette doğruyu söyleyeceğim, aksi mümkün mü?” diye karşıt bir soruyla onaylamış demektir. Bu cevap, Anadolu insanının “ayıp değil mi, bir de yalan mı söyleyeceğiz” diye kendine olan güveninden kaynaklanmaktadır.
Ama hâkim bu cevabı kabul etmez ve tekrar aynı soruyu sorar;
“Sadece doğruyu söyleyeceğine yemin eder misin?”
Tanık aynı tavrı ve aynı baş hareketiyle yine uzun bir “bağhh heleee” çeker.
Bu defa hâkim gerçekten sinirlenmiştir. O kızgınlıkla son bir kez daha sorar;
“Sadece doğruyu söyleyeceğine yemin eder misin?”
Hâkim sinirlenir de, tanık sinirlenmez mi sanıyorsunuz.
Bizim tanık da “bak hele” dediği halde, üç defadır “doğruyu” söyleyeceğine yemin ettirmesine sinirlenmiştir.
Hayatında yalan söylediği mi vaki olmuştur Allah aşkına…
Bizim tanık, hâkimin öfkesine nispeten son kez cevabını verir;
“Bağhh heleee dedik ya!”
Twitimden seçmeler
Dahi anlamına gelen “de” ve “da” yı ayırmayı bilmeyen çoktur ama bunun bilmeyenin “şair” olduğu tek ülke ise sanırım bizimkidir!