Sen eyy, Abuziddin!..
Akıllı ol evladım, akıllı ol!.. Aklını peynir ekmekle yeme!.. Abidik gubidik işlerle uğraşma zinhar!.. Gȃvura kızıp da oruç bozma!..
Bugünün kıymetini bilmek için, dünü iyi düşün Abuziddin!.. Eğer unuttuysan, bak ben sana hatırlatayım:
Dünkü hükümetler de önemli bir dış politika var mıydı? Sağlam duruş, ciddi tavır var mıydı? Vatandaşın haklarını koruma diye bir kavram var mıydı?.. Yoktu esas manȃda…
Kim kimeydi, dum dumaydı… Kim ne yapar bilinmezdi… Memleketin (olmayan) itibarı, dış ülkelerin elçiliklerinde mukim; birkaç kemçik ağızlı ve adına “diplomat” denilen “monşer”lerin inisiyatifindeydi.
Bunlar; genellikle o ülkenin aristokratları gibi düşünür, onların ȃli menfaatlerine (kendi ülkelerinin zararına dahi olsa) halel getirmez, Avrupai tarzda çatal bıçak kullanmayı çağdaşlık ve ilericilik telakki ederler; canları sıkıldığındaysa cam fanusun içerisinde bol tavla oynarlar, bolca baloya giderlerdi.
Ayrıca o ülke de, haklarını korumakla mükellef bulundukları vatandaşın başına nasıl bir iş gelirse gelsin; sözüm ona kıçlarını kaldırıp da ilgilenmezlerdi bile…
Ya şimdi… Memleketini ve milletini dış etkenlere karşı koruyan dirayetli bir hükümet, dirayetli bir Hariciye Bakanı ve bu sayede dirayetli elçilerimiz, elçiliklerimiz var çok şükür.
Beni dinle Abuziddin!..
Bak dünkü hükümetlerin başbakanları, kendilerine uluslararası arenada bir soru sorulduğu vakit; “Amerika ne düşünüyorsa, bizde aynısını düşünüyoruz.” derlerdi. Ya da; “Bu konuda Beyaz Saray’ın kararları bizim için de bağlayıcıdır.” mabeyninde görüş bildirirlerdi. (Ne menem bir görüşse tabi).
Veyahutta “diplomasi” rafa kaldırılıp onur kırıcı aleni saldırılar karşısında, daha Sam amcalar izahat yapmazdan önce bizim ödlekler; “Müttefiklerimiz asla böyle bir şey yapmazlar! Olay incelendiğinde vȃkȋ yanlışlıklar mutlaka saptanacaktır.” açıklamasıyla, hem saldırganlara “tüyo” verirler, hem de hakareti sineye çekerlerdi. (Sam amcalar da müsait yerleriyle gülerlerdi nitekim.)
Ya şimdi… “Hodriye hodri!” celadetinde ve savletinde tavır alan ve masayı yumruklayan bir “temsil-i devlet” gücün var.
Bak Abuziddin!..
Önceki hükümetler döneminde Kato Dağı’ndan, Tendürek’ten, Kandil’den, sınır boylarından kalleş baskınlar sonucu veya çarpışma esnasında kabarık sayıda şehit haberleri gelirken; o malȗm komutanlar ya golf oynarlardı ya da helikopterle (damatlarını da yanlarına alarak) pikniğe giderlerdi. Onların nezdinde sıradan haberlerdi bunlar.
Halkın öfkesini yatıştırma gereği duyduklarındaysa, jetlerle göstermelik boş mağaralara birkaç sorti yaptıktan kelli; “Hedefler vuruldu” beyanatıyla olayı geçiştirirlerdi.
Ya şimdi… Bizzat yüksek rütbeli komutanlarımız, askerleriyle birlikte cepheden cepheye koşuyor; hainlerin inlerini başlarına yıkmadan ve leşlerini almadan dönmüyorlar.
Diğer yönden sabah koşusunda; “Komşu kızını zabteyle/ bizim oğlan âşıktır.” absürtlüğünde, iç gıcıklayıcı şarkılar söyleyen/ söyletilen Mehmetçiklerimiz; artık besmele ve salveleyle talime başlıyorlar ve de komutanlarıyla saf tutarak topluca namaz kılıyorlar.
Abuziddin Efendi!..
10-15 Yıl ötelere gidersen, iyi hatırlarsın geçmişi. Belki sen de cebindeki Türk lirasının erimesinden dolayı Döviz büroları önünde, Mark ve Dolar kuyruğundaydın. Kendi parana dahi güvenin yoktu. Ekonomik yönden ipotek altındaydın.
Hatta hatırlarsan bir de günlük kur belirleyen TV kanalları mevcuttu. Sense elindeki kumandayla kanallar arası adeta zapping yapar dururdun. Cebindeki üç/beş kuruş, “değer kaybı” endişesiyle yılan gibi sokardı seni. Yalan mı?..
Ya şimdi… Bunca çalkalanmalara ve keferelerin bunca kasıtlı silkelemelerine rağmen, gelişen/ büyüyen bir ekonomik yapın ve de değerini koruyan/ arttıran bir para birimin söz konusu.
Şunu da kulağına yerleştir Abuziddin!..
Eski hükümetler döneminde; itilen/ kakılan, ötelenen, parya muamelesi gören basit vatandaş hüviyetindeydin sen. Adın Mamo idi, Haso idi, Hüso idi, Keko idi… Kerametleri kendilerinden menkul (!) böyyük böyyük adamlar; sencileyin vatandaşa ve halka tepeden bakmayı, büyüklüklerinin şiarından sayarlardı.
İcabı halinde, senin hane-i saadetine ve kutsal mekânlara ya çizmeleriyle ya da iskarpinleriyle girerlerdi. Alaycı üslupları da cabasıydı hakeza...
Ya şimdi… Halkını önemseyen, yücelten, ona iade-i itibarını sağlayan, taziye çadırlarında kıraatle Kur’an okuyan, ölen vatandaşın tabutuna omuz veren, hane ziyaretlerinde ayakkabısını çıkartmak suretiyle yer minderine bağdaş kurup oturan; kısaca ağlayanla ağlayan, gülenle gülen… Bunları yaparken de, yapay davranmayıp doğallıktan ayrılmayan idarecilerin var, unutma!..
Sakın eski tüfek solcuların fakirlik edebiyatı yapmalarına da kesinlikle aldırma Abuzittin!..
Onlar, kırık plak misillü cılız ve cızırtılı seslerin sahibidirler. Nesillerinin azlığından ötürü, bitmek ve tükenmek üzereler. Şayet dedikleri gibi fakirlik/ yoksulluk yürürlükteyse, caddelerde ve sokaklarda adam sayısından fazla lüks arabaların sayısı ne, öyleyse?..
En iyisi mi, boş ver sen bunları Abuzittin… Gül ve geç boşboğazlıklara…
Taşlar yerine oturmaktadır yavaş yavaş. Gayrı ülkemizde hot zot tehditleriyle şapkasını alıp gidecek bir başbakan yok. Çankaya Köşkü’nde “resepsiyon” adı altında, varil varil içki dağıtan ve şampanya patlatan bir cumhurbaşkanı yok. Hayali irtica senaryosu yok, kıçı kırık senaristler yok. “Mozart’ın 8. senfonisi”ne teşne, hasta beyinler yok. “Ordu göreve…” pankartı açan rektör bozuntuları yok. İşçileri kışkırtan sarı sendika ağaları yok. Kokonaların, kokarcaların ahlaksızlık yuvası mesabesindeki dernekleri yok.
Daha sayayım mı?
Laiklik sosu yediren, çağdaşlık şurubu içiren yok. “Kamusal alan” kepazeliği ile başörtü zulmü yok. “On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan…” höykürmeciliği yok. Çaresizlik, korkaklık ve pısırıklık yok. İlaç kuyruğu yok, hastanelerde rehin kalma korkusu yok. İmtiyaz farkı yok.
Bak sen de, eskilerin kodamanlarını çatlatırcasına uçakla seyahat ediyorsun Abuzziddin, az şey mi?..
Ha nahoş olaylar, bazı süregelen hadiseler, bir takım jakobenlik jargonundan arta kalan kalıtsal alışkanlıklar yok mu, var elbette var…
Mutlak manada temizlenmesi gereken kardinal Fetyanus’un, nam-ı diğer Lawrence’nin pislikleri yok mu, var elbette var…
Velâkin bunlarla mücadele zaman işidir ve bu mücadele, el’an kesintisiz sürmektedir.
Ama deminden beri tasvire çalıştığım doğrultuda, dünle bugünü vicdanȋ bir mikyasla incelersen, inanıyorum ki Himalayalar kadar fark göreceksin, evet Himalayalar kadar.
Anlaştık mı bay Abuzittin?!.