İnsanlar işine geldiğinde “dünya küçüktür” deyip, bir daha yüzüne bakacağın kişiye yanlış yapılmamasını öğütlerler. İşlerine gelmediğinde ise dünyanın kocamanlığından bahsederler. Milyarlarca insanın yaşadığı dünyada, bazen bir kişi kalabalık eder, bazen bir kişinin yokluğu, dünyanın varlığına galebe çalar.
Yazının ilk paragrafının başlıkla ilgisi yok elbet ama ilinti kurmanıza yardımcı olacağım, merak etmeyin.
Kayseri’de Turgay Aktaş’ı, koca bir dünyaya sığdıramayanlar, onun dağa çıkmasına neden olmuş. Dağda bir oyuk yaparak küstüğü insanlardan uzakta yaşamaya çalışıyor.
Hiç kimsesi, gidecek yeri olmayan Turgay Aktaş, köylünün fenalıklarından yaşama tutunmak için dağda Robinson Crusoe hayatı yaşıyor.
Tıpkı bizler gibi, kalabalık içinde yalnızları oynayan koca bir millet gibi…
***
Türkiye dün Cumhuriyet’in kuruluşunun 89’uncu yılını kutladı veya kutlayamadı.
Bir yandan devletin organizesiyle Cumhuriyet Bayramı kutlanırken, öte yandan “alternatif kutlama” adı altında yürüyüş yapıldı, çelenk töreni düzenlendi.
Ankara’da yapılan eyleme polis müdahale etti, cop çıktı, suların tazyik gücü ölçüldü ve biber gazının tadına baktırıldı.
Her iki kesimde Cumhuriyeti kutluyordu…
Ve her iki kesimde bir diğerini “Cumhuriyet Düşmanı” olmakla suçluyordu.
Adeta “Benim cumhuriyetim, senin cumhuriyetini döver” tarzında bir inatlaşma, bir cebelleşme hâkimdi.
Dünyaya bir kişiyi sığdıramayan zihniyet, bir bayramı kutlamayı bile beceremiyordu.
Her iki kesimde aynı bayramı kutlarken, bir birlerini düşman görebiliyorlar, hayatı zehir etmek için var güçleriyle çabalıyorlardı.
Bir bayramı, bir gönüle sığdıramıyor, paylaşamıyor, “bizim” diye sahipleniyorlardı.
Sahiplenmek de suçtu, sahiplenmemekte…
Cumhuriyete karşı olmak suçtu elbet…
Öyleyse Cumhuriyeti sahiplenmek de suçtu…
İki arada bir derede kaldı insanlar…
Ne karşı çıkabiliyordunuz, ne savunabiliyordunuz…
İradenizi birileri ipotek altına almıştı.
Kendiniz hür iradenizle karar veremiyordunuz.
Adresi belli iki mekândan birine gitmeniz gerekiyordu, üçüncü şık asla söz konusu bile değildi.
Nereye gideceğiniz öğretilmişti.
Nasıl kutlayacağınızı belirleyenler vardı.
Kimin yanındaysanız, onun gibi kutlama “özgürlüğünüz(!)” vardı.
Kime karşı duruyorsanız da, onun kutladığının dışında bir kutlamaya katılmanız gerekiyordu.
Özgür oluyordunuz, esir olduğunuz oranda.
Bağımlı kalıyordunuz, cumhuriyete sahip çıktıkça.
Köle oluyordunuz, sokaklara çıksanız da, statları doldursanız da…
Bir acayip kutlamaydı bizimkisi, bir acayip sahiplenme…
Ne yardan geçiliyordu, ne serden.
Ne yâri memnun edebiliyorduk, ne başımız rahata kavuşuyordu.
Çünkü herkesin cumhuriyeti farklıydı…
Kimi cumhuriyetin ilerlemek olduğunu söylüyordu, kimi 89 yıl öncesine dönmenin bir onur olduğuna inanıyordu.
Kimi cumhuriyeti tek parti zihniyetinin nimetlerinden faydalanmak olarak algılıyor, kimi cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak gerektiği üzerinde duruyordu.
İki kesimin iki cumhuriyeti vardı.
İki kesim de iki farklı ve zıt anlayışa sahipti.
Oysa cumhuriyet çoktu.
Dünyada “Cumhuriyetle idare edilen” çok demokratik ülkeler de vardı, baskıcı yönetimlerde…
İran’da cumhuriyetti, Çin’de…
Libya’da da cumhuriyet vardı, Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında da…
Sorun, cumhuriyet değildi; halkın yönetiminden ne anladığınızdı, halkın iradesine ne kadar güvendiğinizdi.
Dağdaki çoban mıydı halk, Çankaya köşküne çıkabilecek olanlar mıydı?
Memleketin gerçek sahibi miydi, yoksa memleketin sahiplerinden birer fert miydi?
Sizin bakışınız, cumhuriyetin şekillenişiydi aynı zamanda.
Demokrasiyi katıyor muydunuz içine yoksa “saf” şekilde mi arzuluyordunuz cumhuriyeti?
Dün Ankara’da biber gazı yiyenler de, statlara gidenler de veya benim gibi hiç birini tercih etmeyenler de bu soruların cevabını vermeli.
Siz, cumhuriyetten yana mısınız, yoksa kendi kafanızdaki cumhuriyeti bize dayatmaya mı çalışıyorsunuz?
Sahi, cevap verebilecek misiniz?
Twitimden seçmeler
Bir ömür boyu kendimizden kaçarak, kendimizi bulmaya çalışıyoruz.