Cumartesi, sabahın 06:00'sında Berit'e hareket etmek üzere yedi kişilik ekibimizle Ilıca'dan yola çıktık. (Eğitim neferleri İbrahim Karalar, Recep Yağız, Ekrem Gürocak, Mehmet Gürbak hocalarımız ve yine Ankara'dan eğitimci Alaaddin Aydoğan Hoca'mız, Mustafa Kar ve bendeniz...)
Altı yüksek ve dağ yollarında tecrübeli iki araçla Süleymanlı üzerinden önce Kozcağız'a, oradan derin vadileri takip ederek memleketimin bakımsız köy yollarından, dereleri gâh o tarafa gâh bu tarafa geçerek ve arkamızda kesif bir toz bulutu bırakarak Çamlıca'ya, arkasından Yeşilköy'e bir selam çakıp doğuya; Kınıkkoz'a yöneliyoruz. Yol boyunca zaman zaman dereleri combuldayarak (suya dalarak) geçiyoruz, zaman zaman yakın köylere ait bir köpek bizlere eşlik ediyor, zaman zaman hemen yanı başımızdan bir kuşun havalandığını görüyoruz, zaman zaman da bir çobanın el salladığını...
Göksun'a bağlı çiçeği burnunda mahallemiz Kınıkkoz'u geçtikten sonra hemen karşımızda bütün haşmetiyle Berit Dağı duruyor. Uzaklardaki koyun sürülerini ve eteklerindeki çadırları seçebiliyoruz. Daha yukarılardan, yamaçlardan bir duman yükseliyor. Sağılan koyunların sütü bir çadırda ateşe konmuş olmalı!
Araçlarımız nazlanmaya başlasa da kıvrım kıvrım yollardan ilerleyerek Berit'e tırmanıyoruz. Az önce uzaktan gördüğümüz çadırlardan birindeyiz. Kınıkkoz'dan Ali Gürbüz Abimiz'in çadırı. Ali Abimiz aynı zamanda ev sahibimiz. Güler yüzü ve olanca misafirperverliğiyle bizi karşılıyor ve çadıra davet ediyor. "Hoş-beş" ve "tanışma" faslından sonra yer sofrasında bütün doğallığıyla unutulmaz bir köy kahvaltısı...
Bir an önce Berit'e tırmanmak için sabırsızlanıyoruz. O yüzden kahvaltı ve biraz istirahatın hemen ardından tırmanışa geçmek istiyoruz. Bu arada Ali Abimiz'in kafilemize ikramı olan kuzuyu kesmek Mustafa Kar'a düşüyor. Mustafa Abi kuzuyla ilgilenmek ve bize yemek hazırlamak üzere kafileden ayrılırken, biz altı kişi ev sahibimiz Ali Gürbüz'den "yol tarifi" alarak tırmanışa geçiyoruz.
Kevenlerin, kekiklerin, sümbüllerin ve endemik bitkilerin arasından, minicik akarsuları takip ederek gözümüz zirvede ilerliyoruz. İlerledikçe zirve sanki bizden kaçıyor, uzaklaşıyor. Kısa kısa "mola"lar vererek tırmanışımızı sürdürüyoruz. Yaklaşık 2500 metrede yolumuzun üzerinde yine çadırlara rastlıyoruz. İnsanların doğal buzdolaplarından çıkarıp ikram ettiği buz gibi ayranı içiyor, hatta yayığın başına bile geçiyoruz.
Biraz soluklandıktan ve kısa bir sohbetten sonra çadırdan kafilemize dahil olan yeni yol arkadaşlarımızla tırmanmaya devam ediyoruz. (Ahmet, Cesur ve İsa... İsa en küçükleri ve saçları O'nu çok sevimli kılıyor.)
Yorulmaya başlasak da "pes" etmemek için bütün gücümüzü kullanıyoruz. Derken, zirveye yakın bir yerde kuzeyde Afşin, Çardak, Ericek ve Termik Santralleri görünüyor. Buraları izlemenin zevki bize "doping etkisi" yapıyor bir gayretle daha "devam" diyoruz... Bu kez istikametimiz uzaktan görünen kar'a ulaşmak. Kar'a ulaşıyoruz. Bazılarımız "kayak yapma" derdindeyken, bazılarımız tozlu tabakayı temizleyip kar yemenin keyfini çıkarıyor. Ellerimiz donsa da bu bizi "kar yemek"ten alıkoymuyor.
Üç saati aşkın bir tırmanış süresinin ardından "mutlu son"a ulaşıyoruz. Berit Dağı'nın bulutlarla dans ettiği zirvesindeyiz. Rakım 3027... Bulunduğumuz noktadan güneyde Menzelet Barajı, Ahır Dağı, Kazma Bağları, Düldül Dağı ve Gavur Dağları; doğuda Nurhak ve Engizek Dağları, minicik bir kaya halinde Ilıca'nın arkasındaki Atlık; kuzeyde Afşin ve Termik Santralleri; batıda Muhsin Yazıcıoğlu'nu kurban alan Keş Dağları ve daha batıda, çok uzaklarda başı dumanlı ve karlı Erciyes Dağı ben buradayım diyor. Bu, doyumsuz ve belki de bir insanın ahir ömründe ancak bir kez göreceği manzarayı tekrar tekrar izliyoruz. Bir taraftan önümüzden sağa sola kaçışan tavşanlar, bir taraftan başımızın üstünde dönen kaya kartalları, bir taraftan çeşit çeşit bitki türleri, bir taraftan dağlar tepeler... Hepsi de insanı sarhoş etmeye yetiyor. Kurban olduğum ne kadar cömert davranmış. Hasılı bütün yorgunluğumuzu unutuyor ve dönüşe geçiyoruz.
Kuytulardan, "kekik kokulu koyaklar"dan, ayağımızın altından kayıp giden dik yamaçlardan, bu kez güneyden, yemek yiyeceğimiz su başına inmeye uğraşıyoruz. İniş de en az çıkış kadar zor ve meşakkatli. Telefonlar zaman zaman çekmediği için iniş rotamızı şaşırsak da sonunda kendimizi buz gibi bir suyun başında buluyoruz. Saatlerimize baktığımızda beş saattir yürüdüğümüzün farkına varıyoruz.
Nefis bir "kuzu kavurması" ziyafeti bizi kendimize getirirken, güneş de yavaş yavaş dağların arkasına inmeye başlıyor. Bulunduğumuz noktadan Ali Gürbüz'ün kafilemizi misafir ettiği çadırlara olan mesafeyi kamyonetle kat ettikten sonra, ev sahibimizin son ikramı olan çayı geri çeviremiyoruz. Ali Abimiz'i kırmamak adına birer bardak çay içtikten sonra koyunlar sağılırken araçlarımıza binerek dönüşe geçiyoruz.
Yorgunluktan ölsek de "rüya gibi" bir gün yaşamanın hazzı var hepimizde.