Oğlum iki gün önce aradı ve hafta sonu için dışarı kahvaltıya gideceğimizi söyledi. Doğum günü münasebetiyle böyle bir şey düşünmüşler eşiyle. Bir anne olarak küçükken hep onu tiyatrolar, sinemalar, parklar bahçeleri ve farklı mekânları gezdirmiş ve büyümesine katkıda bulunmuştum, elimden geldiğince iyi insan olması için çaba sarf etmiştim. Şimdide onun beni mutlu etme çabası hoşuma gitmişti. Tamam, bir yetişkindim ama özel günümde hatırlanmak ve değer verilmek hangi insanı mutlu etmezdi ki.
Malumunuz on birdeki kahvaltıya dokuz buçukta yola koyulduk. Trafik fazla coşmadan gidip-gelmekti düşüncemiz. Bir süre etrafı seyrettim. Yol boyunca uzanan başı göğe eren plazalar, sahil tarafında çiçek açan badem çiçekleri ve binalar binalar ve yol kenar duvarlarındaki yeşillendirilen yol kenar çiçekleri yolun kenarlarına sıralanmıştı. Yol sakindi lakin uzun sürdü. Nereye gidiyoruz?” dedim. Sürpriz ! “ evet sürpriz olduğunu söylemişlerdi ama bu kadar uzun yolda bitmek bilmiyordu sanki.
Nihayet Kuruçeşme’ye gelince “geldik geldik !” dediler. Arabadan indimizde nefis bir bahar havası vardı. Güneşli ve ılıktı. Arabayı İspark’a değil, Migros’un otoparkına bırakabildik. Malum sabahtı ama park sorunu vardı, yine de. Demek biz gelinceye kadar gelip parkedenler olmuş.
***
Mekan olarak Aşk’tı gitmek istedikleri yer. Mekândan içeri girdik, deniz kıyısı bir masa istedik ama hepsi doluydu. Bekletirim yarım saatte olur, on dakikada olur dedi şef. Bahçe tarafında bir köşe masaya yerleştik. Ama mutsuz olmuştuk. Etrafa baktığımızda tüm masaların neredeyse hepsi Araplar tarafından işgal edilmiş durumundaydı. Çocuklarına ayrı bir masa, kendilerine ayrı bir masa ve diğerleri dikkatimizi çekti. Beyazlardı. Ancak konuşmalarından anlaşılıyordu. Bize benziyorlardı.
Sonra oğlumu yan tarafta deniz tarafında boş masa olduğunu söyleyip gönderdik müsait olursa o tarafa geçecektik. Aradan beş dakika geçince oğlum bize seslendi ve deniz kıyısı boğaza karşı bir masa ve karşıda Çamlıca tepesi görünüyordu. Siparişlerimizi verdik ve etrafın güzelliğinin tadı bir başkaydı. Güneş ısıtıyor, karabataklar denizin üzerinde nazlı nazlı sakin ve huzurla konmuşlardı. Serviste hızlıydı, mekân güzeldi. Neşedabat şık bir mekândı. Eskiden küçük bir saraymış. Anlamı sonsuz neşe demekmiş. Denize sıfırdı. Kim bilir kimler yaşadı. Çocuğuyla, eşiyle hizmetçisiyle, torunlarıyla…Ve ne iş yapıyorlardı geçimlerini sağlamak için? Kim bilir neler yaşamışlardı bu güzel küçük sarayda?
Çatısı çok güzeldi. İçi ferah döşenmiş modern mobilyalar göze çarpıyordu. Eskitme aynalar iki insan boyunda sağ tarafa yerleştirilmişti. Aynaların karşısı bahçeydi. Merdivenlerden çıkıp Üst katlarda ofis ve lavabolar vardı. En üst kata çıkışıp kahve içme yeri olan kule vardı.
Neşedabat’ta sohbet ederken Aşk’ta bizim yan masada oturan bir ailede bizi takip edip, onlarda geldi şöminenin yanı da ki yuvarlak masaya geçtiler. Dört kişilik bir aileydi.
***
Biz üçümüz kahvaltımızı yapıp bahçesini gezdik ve fotoğraflar çektik. Ağaçlar pembe-beyaz çiçek açmıştı. Küçük bir turunç ağacı meyve vermişti. Hava bahardan kalma bir gündü. Hafif bir boğaz esintisi serinliğini taşıyordu yüzümüze.
Sahilde biraz gezinti yapalım derken Su Adanın (Galatasaray Adası)kaderine terk edilmişliğine şahit olduk. Oysa geçen sene anneler gününde oradaydık ve bir seremoni ile başlayan mini deniz yolculuğundan sonra yaseminlerle bezeli adanın kıyısında kahvaltı yapmıştık. Oysa şimdi ne acı ki bakımsız ve ilgi gösterilmeyen üstelik başka bir değerlendirmesinde olmadı. Kaderine terkedildi. Birkaç ağaç gözüküyor ve öyle mahzun ki? Sağından solundan gemiler, sandallar geçiyor ona uğrayan olmuyordu içlerinde.
Çamlıca’ya baktık, denizin üzerinden yürüyebilsen sanki beş dakikada oradaymışsın gibi yakın görünüyordu. Yeni yapılan caminin minareleri öylesine netti ki. ve radyo istasyon antenleri göğe doğru yükseliyordu.
Çıkışta Kuruçeşme’nin görüntüsü ile hemhal olup adını aldığı çeşmenin asfaltın kenarında kendi halinde heybetli çeşmesini seyrettik. Büyük bir çeşmeydi. Yanında eski bir gösterişli evinden kalan kalıntıları devam ediyordu. Pencerelerinde çiniler büyük bir bahçe kapısı ve kalın duvarlar. Atalarımızın bu güzel mekânlarda yaşamış olması hoşuma gidiyor bu bıraktıkları eserler. Lakin korunuşta günümüzde yaşayışa katkısı olmadan bir kenarda bırakılmasında canımı sıkıyor. Çeşmenin musluğunun olduğu yer genişçe bir delik olarak kalmış ve oradan otlar başını uzatmış yola doğru.
Denizin kokusunu içimize çekerek sahil boyu yürüdük. Galatasaray Adasına gitmek için tekne kalkış yerinin önünde ağzı açık kükreyen bir aslan bir patisi ile de bir topu sıkı tutan bir heykel vardı. İçim sızladı. Kaçak yapı olarak gözükmesi ve Osmanlı torunu Nilhan Hanım da ada üzerinde hak iddia etmesi sebebi de gösteriliyor. İstanbul’da o kadar kaçak yapı var ki !...Üstelik hayati tehlikesi olan.
***
Sahil devam ediyordu ama biz yorulduk. Dönelim dedik. Alfa Romeo bayiini gezdik. Yanında antika mağazasını gezdik. Bendeniz önde çocuklar arkada otoparka doğru yürümeye başladık.
Oğlum ve gelinim bir ara yavaşladı. Dönüp baktığımda bir aracın üzerinde güneşlenip kendini temizleyen bir beyaz kedi. Ben de o tarafa yaklaştım. Kedi poz verir gibi arada bir başını kaldırıp poz veriyor. Sonra tekrar yalanmaya devam ediyordu. Bir poz verdi yakaladım.
***
Ah! İstanbul güzelliğinin bakımsız hallerin, viran yerlerin var. Sen de her hal mevcut, iyisiyle de kötüsüyle de.
Der-saadetim(mutluluk kapım) ama ben seni her halinle her şeyinle gönlüme taht kurmana engel olamam. Vazgeçilmezim oldun ve devam ediyorsun. Ben sende bildim kendimi, sende tattım yemişlerin en güzelini ve sende tanıdım insanları sen de tanıdım tarihin en güzelini…
Memleketim! Ben sana mecburum, sen bilemezsin… İstanbul’um.