Var olduğundan bu yana, insanoğlunun ilgisi genelde dışa dönük olmuştur: Hep kendi dışını sorgulaya gelmiştir. Bunu hala da devam ettiriyor. İnsanlık, doğanın ve maddenin gizemlerini çözmek için neleri irdelememiş, neleri araştırmamış ki? Analizler yapmış, sentezlere varmış. Bilinmeyenleri bulmuş, olmayanları icat etmiş, dışa dönük, ilgi-tecessüs, merak-tutku, onu, başarıdan başarıya koşturup, durmuş...
Her türlü bilim, teknoloji kuşkusuz bu sayede ilerledi. İnsanlığın düşünce ufku genişledi. Refah düzeyi yükseldi. Görsel iletişim, teknolojik çağdaş ulaşım, dünyayı oldukça küçülttü. Uluslar arası kültürler iç içe girdi, etkiledi, etkilendi.
İnsanın kendi dışını sorgulamasının sonucu olan, bu devasa gelişim, beraberinde birçok sorunlar da getirdi. Bunlar için de kafa yoruluyor, çağdaşça çözümler üretiliyor, elbette.
Bütün bu çabalar, gerek ulusal, gerekse evrensel boyutta bir kültür birikimi de oluşturmuştur. Bu sonucun, insanoğlunun toplumsallaşmasına, uygarlığın gelişimine hız kazandırdığı da bir gerçektir.
Ne var ki, insanın kendini irdeleme ve sorgulamada aynı duyarlığı ve başarıyı gösterdiği söylenemez. Onun toplumsal ve evrensel boyutta huzurunu kaçıran sorun da budur, sanırım. İnsanın kendisini sorgulamaya yanaşmaması bireysel ve toplumsal sorunları daha da ağırlaştırıyor. Manevi ve ahlaki değerlere karşın, insanoğlu ben’i yenmede zayıf kalıyor.
Aslında bu kolay bir olgu da değildir. İçe bakış, iç olguları kavrayıp ve onu değerlendirme, birey için oldukça zor olmalı. Bir de önce nesnel olmak kolay değil.
Bu zoru yenebilsek, benlik duygusundan biraz sıyrılabilsek, biraz da sevgi ve özverili bir gözle kendimize yönelebilsek. Kendi kişiliğimizdeki olumsuzlukları, ben’in baskısından bir kurtarabilsek, sanırım dünya daha bir güzelleşir,yaşam daha da uygarlaşırdı. Peygamberimiz Hz. Muhammed, “Kendi nefsini yenen insan, kuvvetli insandır.” diyor.
Kendimizi sorgulamaktan neden kaçınıyoruz.? Belki kendimizden korkuyoruz. Belki de kendimizi dışa vurmaktan ürküyoruz. Olduğumuz gibi görünmek, göründüğümüz gibi olmaktan neden kaçıyoruz? Olmayan erdemleri varmış gibi göstermek, insanı çift kişilikli yaşatmaz mı? Bu ikilemin çelişkisi bize acı vermez mi? Mutsuz etmez mi? Eder elbette.
Genelde yaşamın bir roller yumağı olduğunun da farkında mıyız? Belki evet belki de hayır. Ama çoğu halde kişiliğimiz roller kılıfı içinde, özgür değil. Bu tutsaklık kendimizi sorgulamaktan kaçınmamızın önemli bir nedeni olsa gerek.
Yaşadığımız çevrenin, toplumun tabuları, istesek de istemesek de kişiliğimizi az ya da çok koşullandırır, kuşkusuz. Birey kendi başına kaldığında, elbette vicdan özgürlüğünü kullanır. Nasıl olursa olsun, bir olumsuzluğa bulaşmış, her birey yapar bunu. En kötü insan bile sorgular kendi-kendini Başka bir deyişle, herkes vicdanıyla hesaplaşır, değil mi? Ne var ki, bunun sonucunu dışa vuramaz. Yalan dediğimiz sapma ile gerçeği gizler, hep. “Kazan dibim kara demez.” ata sözündeki ince kınama da sanırım, bunlar içindir.
İşte kötü olan da bu ya. Bir takım değer yargıları ya da çevre baskısı onun önünü keser. Diline kilit vurur. Gerçeğin kendisi onun vicdanında ağır bir yük oluşturur. Bu yüzden ruhsal bunalıma giren,nice insanlar vardır. “Kim başkasını yenmek istiyorsa, önce kendisini yenmeli” diyor bir Çin atasözü de.
Bedenimize yerleşen bir hastalığı doktordan saklamanın, yararı var mı? Vicdanımız üzerinde ağırlık oluşturan bir gerçeği saklamanın da yararı yoktur. Ondan ki, ruh doktorları hastalarını konuşturarak, başlarlar tedaviye. Hasta baskı altında tuttuğu gerçekleri dışa vurduğu ölçüde rahatlar, bunalımdan kurtulabilir.
“Kendini yargılamak, başkalarını yargılamaktan zor” diyor, Saint Exupery, Doğru. Ancak benliği yenmenin başkaca bir yolu da yok ki. Zoru yenmeden gerçeğe nasıl ulaşabilir, onu yüceltebiliriz?
Yargıdan önce kişi kendini yargılayabilse. Sonucunu özgürce, yüreklice kabullenebilse. Daha da önemlisi, özeleştirinin sonucunu itiraf edebilse, içindeki ben’i (nefis) kendisi mahkum edebilse, işler ne kadar kolaylaşır,yaşam ne kadar anlam ve güven kazanırdı.
Bir de kişinin kendini saklaması var: Daha doğrusu öyle sanır kişi. Konuştuğunda “mangalda kül bırakmaz.” Oysa eleştirdiği tüm olumsuzluklar, onun kişiliğinin bir parçası. Akıllı geçinme yöntemi, belki görünürde işe yarar. Ya vicdanında kendisini nasıl aklayacak? Asıl olan da bu değil mi?
Kimileri de kusuru diğer bireylerde ya da çevrede arar. Bir başladı mı eleştiriye, arkası gelmez. Peki, bu olumsuzluklar sende yok mu? Dışındaki veya içindeki olumsuzluklara bir tavır koydun mu? Diyecek olsanız, hemen savunmaya geçer. Kendisini sudan duru, sütten ak gösterme çabasına girer. Boşuna dememiş atalar: “Kabahat samur kürk olsa, kimse sırtına almaz.”
Hem sızlanacaksınız olumsuzluklardan, hem de onun düzeltilmesini, hep başkalarından bekleyeceksiniz. Olacak şey mi? Victor Hugo’ nun dediği gibi: “Herkes kapısının önünü temizlerse, bütün sokaklar pırıl pırıl olur.”
Hatalarımızı kabul etmede,içtenlikli ve yürekli olmamız gerekmez mi? Yoksa bir ömür boyu suçluluk duygusu ile vicdan azabı çekmek daha mı iyi? Kendimizi buna mahkum etmeye hakkımız var mı? “Hatanın neresinden dönersen,orası kârdır.” atasözü çok doğru. Ancak çok geç kalındığında, bu da işe yaramayabilir. Belki de kendimizi bağışlatacak fırsatı çoktan kaçırmış olabiliriz. Öyleyse, her olumsuzlukta vakit kaybetmeden, kişi öncelikle kendisini sorgulamalı. Böyle olursa, daha baştan sorunların çözümü kolaylaşır, değil mi?
Benliğini nedenli dizginliyorsa kişi, o ölçüde kendine hakim ve güçlü, huzurlu ve mutludur. Vereceği hesabı olanlar, yaşam boyu ezik ve zayıf bir kişiliğin olumsuzluklarından asla kurtulamazlar, diye düşünüyorum.