Şairler toplumun ruh nabzının temposunu tutarlar. Şiiri anlamak için o iklimde olmak gerek denebilir. Bu gün bir şiiri iliklerime kadar hissettim daha doğrusu bir kaç mısra akıp geçti içimden.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in Sakarya şiiri;
'Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya.'
Mısraı zihnimde yankılanıp durdu...
Hor görülen, hikayesi anlatılmayan insanımızdan bahsediyorum.
Cepheye çağrıldığında ardına bakmadan vatan, bayrak ve din için koşan yığınlar.
Sonra birbiri ardına anlaşılmaz bir hızla gelen inkılaplar...
Öz değerlerimizin en basitinden kılık kıyafetimizin, binlerce yıllık yazımızın bizden bir paçavra gibi sökülüp atılması...
Geçmişimizin bir neşterle kesilmesi, yalnız resimlerde, minyatürlerde ve unutulmuş heykellerde kalan koskoca bir mazi...
Bir yanda tüm dünyayı etkileyen bir ruh diğer yanda ucube ve sakat bir kültür...
Bir yanda Süleymaniye Cami'nin ihtişamı diğer yanda abes apartmanlar ve gece kondular yığını...
Peki cumhuriyetin bizden isteyerek veya zorla aldığı o kültürün, edebin, hayanın, İslam'ın yerine ne koyabildik...
Gençlerimize ve çocuklarımıza rol model olarak kimleri sunuyoruz veya sunuyorlar...
Çocuğunuzun telefonunda kimlerin resimleri var, kimlerin şarkılarını ezberliyor gençlerimiz...
Hayranı olunan sahte bir dünya diğer tarafta ise öcü gibi gösterilen bir mazi...
Bir kaç kıytırık şarkı, bir kaç çakma özenti elbise ile meşhur ettiklerimiz bize ne kadar benziyor...
Gençlerimizin zihinlerini meşgul eden şeyleri düşündüm...
İsimlerini ezbere bildikleri futbolcular, şarkılarını her gün hatmettikleri şarkıcılar vesaire... Üzerimize boca edilen bütün bir kültürsüzlük çorbası...
Onların hikayesi değil anlatmak istediğim. Beni yaralayan düşünmeye sevk eden öz yurdunda garip edilen insanımızın hikayesi...
Cami cemaatinin müdavimi olan, evine helal ekmek götürme çabasında olan, bu vatanın sessiz yığınlarını düşündüm...
Onlar babalarımız ve dedelerimiz, aman çocuğum harama, kötü yola düşmesin diye çırpınan elleri nasır tutmuş o nesil...
Onların hikayesi anlatılmıyor ve anlatılmadı. Medya o doyumsuz iştahası ile ne ucubeleri gözler önüne getirdi ama kimsecikler bu yana yüzünü dönme zahmetine girmedi ve girmiyor...
Abes, bizden olmayan züppe ve hippi tipler parlatılıyor da kimseciklerin aklına temiz, dürüst insanlar gelmiyor.
Kendisine nice zaman olmuş bir bayramlık almayan anneler kimselerin aklına gelmiyor...
Bir tüketim çılgınlığı, bir 'başkasına benzeme rüzgarı' esiyor ki her nesil kendinden sonrasına yabancı yetişiyor.
Bu meseleyi anlatmak kaleme dökmek pek müşkül...
Bize azar azar verilen narkoz zihinleri dumura uğratmış. Kime bu meseleyi nasıl anlatabiliriz. Gençlerimizin zihinlerine, gönüllerine nasıl hitab edebiliriz.
Onlara parlak ekranlarda gördükleri sahte süper kahramanların değil anne babalarının, namuslu insanların gerçek kahramanlar olduğunu söyleyebiliriz.
Ki bizim öz değerlerimiz gerek devlet eliyle gerek globalizmin çarkları sayesinde parya durumuna düşmüş ve düşürülmüştür.
Sütçü İmam'ın heykelini dikmek kolay fakat onun ruhunu, anlayışını aktarabilmek hiçte kolay değil.
Bir sakallı gördüğünde, bir çarşaflı, bir şalvarlı gördüğünde neden öcü görmüş, cin çarpmış gibi oluyor yeni nesil...
Oysa Nene Hatun çarşaflı değil miydi. Oysa şalvarlı, takkeli, sarıklılar bizim geçmişimiz değil mi?
Yine şiire sevk edelim sözümüzü ve kalemimizin güçsüzlüğünden şiire sığınalım;
Sakalı zorla kesilmiş birisi
Sarıklı, cübbeli, sakallı bir gizli kimlik taşımıştır
Ve bir kaya kütlesi oluncaya kadar
Dağlara bakmamaya yemin etmiştir.
Üstad Necip Fazıl'ın şiiriyle yazımı sonlandırmak istiyorum. Ne kadar derdimi anlatabildim bilmiyorum fakat;
Üstadın sözleriyle haykırmak istiyorum;
Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!
Hayranı olunacak olan kahramanlar bizler için çırpınan anne ve babalarımız, hikayesi anlatılmayan ecdadımız. Dede ve ninelerimiz.
En değerli kültür bizim öz kültürümüz...
Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!.
Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda ne rütbe var, ne de mal
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu
Hani ardında çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgar o sedayi: Allah bir!