Bu geveze adam beş on yıl sonra hacca da gitmişti. Bir kısım mahalleli, hac dönüşü onun uslanacağı, bir da-ha böyle kendisine sövdürecek şakalar yapmayacağı; bir kısım mahalleli de ‘Huylu huyunu tergemez!’ atasözün-de olduğu gibi İbo’nun eski hamam, eski tas devam edeceği görüşündeydiler. Dahası, Hicaz’dan döndükten sonra seccadenin başından kalkmayan bir sofu olacağını ileri sürenler bile olmuştu. Ama hacca giderken bile, muhterem mi muhterem bir insan olan Bakkal Ferzi’ye aşağıdaki şakayı yapan birinin ne kadar uslanacağı su götürürdü: İbo hacca giderken Bakkal Ferzi Efendi’ye helalleşmeye gitmiş… (Usumda böyle kalmış.) Ferzi Efendi abdestli namazlı, dürüst, terbiyeli bir bakkaldı. Erayman’lardandı. Gülümsemeden konuşmayan, saygın biriydi. Altmış civarında bahar görmüştü. Dükkânında tuz, ekmek, çıra, gazyağı, sabun falan satardı. Küçük dükkânın yarıdan fazlası boştu. Kurumaları için duvara dayadığım latalardan, baştan ikincinin üzerine, sıcaktan gagası ayrılmış bir erkek serçe kondu. Bizi dinler gibi (İbo’yu dinler gibi demeliydim) bize baktı, dahası, gö-rünmeyen kulağını bize doğru eğdi. Gerçekten, bizi dinliyor gibi geldi bana.
“Ferzi ede”, demiş İbo, “ben Hicaz’a gidiyorum. Av-radı emanet edecek bir yer bulamadım, sana bırakaca-ğım. Ne yaparsan yap, her şey serbest. İstediğin gibi kullan!” Yaşlı bakkal: “Ulan oğlum, senin avradın benim bacım sayılır, kızım sayılır. Ben senin avradını ne yapa-yım?” dediyse de İbo ısrar etmiş: “Yahu fazla mal göz mü çıkarır. Bir avrat yerine iki avrat olur. Daha ne istiyor-sun. Ama Hicaz’dan döndüğümde benim avradı alırken senin avradı da alırım haa!” demiş. “O zaman da ben istediğimi yaparım!” Ferzi Efendi ne diyeceğini şaşırmış: “Ulan deli misin, depek misin? Git şurdan!” demiş(miş). “Öndüç Ferzi Efendi, öndüç!” demiş(miş) İbo. Mahalle-nin en sakin, en kibar insanlarından olan Ferzi Emmi sonunda kızmış(mış), kızgınlıktan elleri titremeye baş-lamış(mış): “Lan yörü işine! Her şey öndüç verilir amma avrat öndüç verilir mi? Kafayı mı üşüttün ne?” de-miş(miş). İbo gittikten sonra da tam on beş dakika kendi kendine söylenmiş(miş) adamcağız. Biz gülerken erkek serçenin de vıcırdadığını, sanki güldüğünü duydum (mu?). Biz onların dilinden anlayamıyoruz, acaba onlar dilimizi biliyorlar mıydı? Yoksa bir rastlantı mıydı bu cıvıl-tılar? Cambaz İbo’nun ağır şakaları, yılan hikâyesi gibi anlatmakla bitmez. Bir ay kadar önce kendisinden din-lemiştim; şimdiki Taşmescit’in kuzeyinde iki katlı, taştan yapılma, sanat eseri sayılacak bir belediye binamız vardı. O zamanlar Şekerdere Bulvarı açılmamıştı. Trabzon Cad-desi’ni ve Azerbaycan Bulvarı’nı kentin kuzeyine ve Kayseri’ye bağlayan yol Kaledibi, Dükkânönü, Batıpark ve Kısıkkaya’dan geçerdi. Cambaz İbo, kamyonla bele-diyenin önünden geçerken mahalleden yaşlı birine rast-lamış. Hemen durup yaşlı adama sormuş: “Nereye em-mi, mahalleye mi?” “Heyye oğlum,” demiş yaşlı mahal-lelisi. “Bin öyleyse…” Yaşlı adam, başına geleceklerden habersiz, bin bir dua etmiş İbo’ya. İbo kamyonu sürmüş. Kaledibi’nden Dükkânönü’ne gelmişler. Batıpark’ı ge-çince yaşlı adam sanmış ki İbo duracak. Oysa İbo Tekir’e gidip odun getirecekmiş. Kamyon homurdana homur-dana yoluna devam edip Kısıkkaya’ya varınca yaşlı adam saf saf sormuş: “Oğlum nereye gidiyorsun?” “Hemen şuraya varıp döneceğiz emmi.” Selahattin Karaçam’ın ilaç deposuna (Şimdiki Serintepe Polis Karakolunun az ilerisi) varınca yaşlı adam yine sormuş, İbo yine kaçamak cevap vermiş. Derken Kılavuzlu’yu geçmişler, yaşlı adam İbo’dan umudunu kesmiş, kamyon harlaya harlaya yo-luna devam etmiş. Şimdi Menzelet Barajı’nın gölünün altında kalan eski Göksun-Kayseri yoluna düşmüşler. Alman Pınarı, Çataloluk, Ali Kayası, Suçatı, derken Tekir’e varmışlar. Yaşlı adam sormuş: “Oğlum beni niye getirdin buraya?”
“Emmi yoldaş ol diye getirdim,” demiş İbo bıyık altından gülerek. “Kötü mü oldu? Temiz hava aldın işte.” Yaşlı adam, kamyona erkenden binmiş, İbo’ nun arabayı çalıştırmasını sabırsızlıkla beklemeye başlamış. İbo odunları yükledikten sonra şoför mahalline oturmuş, kontağı çevirip motoru çalıştırmış: “Emmi şu arka tekere bir bak hele!” demiş, “lastiğin havası inmiş mi?” Yaşlı adam saf saf arabadan inince, gaza bastığı gibi yola düşmüş, yaşlı mahallelisi kalmış Tekir’de. Yaşlı adamın yanında yol parası var mıydı? Maraş’a nasıl geldi, ne zaman geldi, yol boyunca İbo’ya ne kadar sövdü bilemeyiz ama beş on gün sonra yine aynı yerde, eski belediyenin önünde İbo yaşlı mahallelisine rastlamış.
Hemen durup sormuş: “Nereye emmi, mahalleye mi? Gel götüreyim…” Yaşlı Mahallelisi İbo’ya sövmüş: “Hastir eşşoğlu eşşek! Bineyim de mahalleye götüreceğine Tekir’e götür, orda da beni bırakıp gel, değil mi! Hastir! İt oğlu it!” Cambaz İbo ile Sarı Selahattin tartışmasız, mahallenin en geveze insanlarıdır. Kimi insanlar vardır ki kaşları çatıktır. Pek gülmezler. Şöyle içlerinden gelerek kahkaha attıkla-rını duyan olmamıştır. (Ya da bana öyle gelir.) Bir lafa girerken kaşlarının birini kaldırıp, olanca ciddiyetleriyle okkalı okkalı laflar etmeye başlarlar. Sıkılırım bu kadar ciddi insanlardan. Bir yandan da bunların neden gülme-diklerini düşünürüm. Dünya bu kadar ciddiye alınmalı mıydı ki! Akşamları anlatılan bunca masallar, biraz da bizleri güldürmek için değil miydi? Komünizmi bu yüz-den sevmezdim. Hele o Kuruşçev neydi öyle, buzdolabı gibi bir insandı. Onun bir karısı olacağına, hele de onunla aynı yatakta yatacağına asla inanmazdım. Bu denli so-ğuk, bu denli ciddi biriyle bir kadın aynı yatakta yatamaz gibi gelirdi bana. Üşür o kadın vallahi! İnsan yeri geldi-ğinde gülümsemeli, gülmeli, gerektiğinde kahkaha at-malı, neşe saçmalı, saçılan neşelere ortak olmalı, bu şekilde yaşamı renklendirmeliydi bana göre. Sarı Sela-hattin ve Cambaz İbo gibileri bu yüzden seviyoruzdur her halde. Böyle insanlar mahallenin neşe kaynakları gibidirler. *** Bu iki geveze Ankara’ya kamyonla yük götürmüşler bir tarihte. Akşamdan sonra Gençlik Par-kı’nda bir gazinoya gitmişler, önlerde bir yere oturmuş-lar. O yılların ünlü türkücüsü Saniye Can sahnede türkü söylemekteymiş. İbo, o günlerin güncel türküsü olan, Bahçalarda mor meni Verem ettin sen beni Nasıl verem olmayım Eller sarıyor seni türküsünü bir peçeteye yaza-rak garsona vermiş, Saniye Can’dan istek istemiş. Bu sırada arkalardan bir sesler gelince Sarı Selahattin arkaya dönmüş, meğer beş on kişi arkada misket havası oynu-yorlarmış. Maraş’taki pavyonlarda ağırbaşlı oturarak içkilerini içmeye, sanatçıları dinlemeye, dansözleri sey-retmeye alışkın olan Sarı Selahattin’in bu durum o kadar ilgisini çekmiş ki, bir an sahneyi unutmuş(muş).
Biraz sonra iki kişi Sarı Selahattin’in birer koluna gire-rek havaya kaldırmışlar. Ayakları havada feldirderken Selahattin ne olup bittiğini anlamaya çalışıyormuş. Me-ğer Saniye Can türkü isteğini söylemedi diye İbo rakı şişesini sahneye fırlatmış(mış), kırılan şişe türkücünün ayağını yaralamış(mış). Sarı Selahattin arkadaki gençlere bakıyormuş o sıralarda, olanlardan haberi bile yokmuş. Sarı Selahattin “Ne oluyor?” diye arkasına baktığında aynen kendisi gibi İbo’nun da, ayakları yerden kesilmiş bir halde, iki kişinin kolları arasında geldiğini görmüş. İbo pişkin pişkin, “Merak etme, ben de geliim, ben de ge-liim,” diyormuş. Gazinonun dışına çıkınca, Sarı Selahattin ayağı yere değer değmez kaçmış. Dayak yemeden kö-şeyi dönmüş. Aslında Sarı Selahattin’in bu işten haberi olmadığını bildiklerinden, kaçmasına da göz yummuşlar, anladığım kadarıyla. Köşeyi dönerken bakmış ki arkasın-dan gelen yok, İbo’ya ne yapacaklarını izlemeye başla-mış köşeden kafasını uzatarak. İbo’yu dışarıya çıkarmış-lar. Biri bir yumruk vurunca, zaten sarhoş olan İbo yere yıkılmış. Kalkarken karnının altına bir tekme vurmuşlar, upuzun uzanmış. Kalkarken bir tekme daha, bir daha… İbo’yu iyi bir dövmüşler. İzbandut gibi iri yarı ve kalabalık gazino fedailerinin korkusundan Selahattin yardıma bile gidememiş. Dev adamlar, Saniye Can’ın intikamını aldık-larına inanınca İbo’yu bırakmışlar. İbo üstünü başını sil-keleyip Sarı Selahattin’e doğru gelmeye başlamış, o da karşı çıkmış. Biraz da sitem etmiş: “Yahu, şu ettiğin işi beğendin mi?” demiş. İbo bıyık altından gülerek çıkış-mış:
“Sana n’oluyor lan? Dayaksa ben yedim! Hem sana beş kuruş hesap ödettim mi, sen ona bak!” Meğer İbo’nun niyeti, maraza çıkarıp hesap ödemekten kur-tulmakmış. Vay be! İbo’ya bakın! Görüyorsunuz değil mi, ne kadar değişik bir insan. İbo her zaman olduğu gibi bıyık altından gülerek yanımıza geldi, selam verdi, “Ne var, ne yok?” dedi Sarı Selahattin’e. “N’olsun vallaha, dayımın gülüyle konuşuyorduk, seni görünce bekledim, iki hanek edelim diye.” “Ne konuşak ki?” “İbo, sende de bende de laf tükenmez, biz oturup konuşsak sabaha kadar konuşuruz. İster sen anlat, ister ben… Kışın Kürt Ali’nin kaputunu saklamışsın, anlat bakalım nasıl oldu?” “Kimden duydun?” “Yahu duymayan var mı ki… Senin yaptıkların Hoca Nasrettin fıkraları gibi dilden dile dolaşı-yor. Duruma göre sen beni geçmişsin.” Hızardan üç is-kemle getirdim, oturduk. On dört yaşın saflığıyla her ikisinin de ağızlarının içine bakarak dinliyordum. Sözcük-ler ağızlarının içinden çıkarken birden şekil alıyor, somut nesnelere dönüşerek başımızın üstünde dolaşmaya başlıyorlardı. Her sözcük ayrı renk ve biçimdeydi. “Şoför Şerif’in kahvesi yok mu?” diye söze başladı Cambaz İbo, Sanat Okulu’nun karşısındaki kahveden söz ederek, “her zaman gittiğimiz kahve… Garson Kürt Ali de safın biri ya… Kürt Ali adeta sırnaşır, bana takılın diye, bilirsin. Günlerden Cuma… Bir iki arkadaş Cumaya diye kalktık. Kürt Ali de peşimize takıldı. Bir de siyah kaput diktirmiş mi, Suriye’den getirip satanlardan mı almış, onu da giy-di. Sicim gibi de yağmur yağıyor. Camiye vardık, abdest alıp içeriye girdik. Baktım ki Ali kaputu duvardaki çiviye astı. ‘Dur senin gadanı aldım,’ dedim içimden. Sünneti kıldık, hutbeyi dinledik, farzı kılar kılmaz ben kalktım, Ali’nin görmez tarafından kaputu alıp dışarıya çıktım. İki üç ev ötede bir kapıyı çaldım, ‘Bacı şu şurda dursun, sonra alırım,’ dedim, hemen kahveye koştum. Bir iki kişi bulup kâğıt oynamaya başladık.” Kürt Ali bakar ki kaput yerinde yok. Tabii önce aklına İbo gelmiş. Yağmur altın-da kahveye koşmuş. Kapıdan girer girmez de İbo’nun üzerine yürümüş. Yerden bir iskemle kapmış İbo’nun kafasına geçirmek için ama millet bırakmamış. Hurroş gürroş derken İbo vicdana gelmiş gibi, ‘Tabutun birinin içine koyduydum, git de al,’ demiş. Zavallı inanmış, baş-kası almasın diye camiye koşmuş, sicim gibi yağmurun altında. Bütün tabutları tek tek açıp bakmış, kaputtan eser yok. İyice çileden çıkmış. “O gelene kadar ben oyunu bitirdim, bölükleri (oyun sırasında içilen çaylar) ödeyip kaçtım. Birkaç gün görünmedim hırsı insin diye. Çok istedi, araya kimleri koymadı ki… Bahar gelinceye kadar kaputunu vermedim. Havalar ısınınca kaputun yerini söyledim, gitti aldı.” İbo bıyık altından, Sarı Sela-hattin de “Kihhhh!” diye gülüyorlardı. Sarı Selahattin, “Tabut deyince, Comcom’un (Adını kimse bilmezdi, Comcom derlerdi) Tevsir Ahmet’e yaptığından haberin oldu mu?” “Yook,” dedi İbo. “Şakir Efendi gibi ağırbaşlı bir insanın oğlu Comcom, bilirsin,” diye anlatmaya baş-ladı Selahattin, “kumar falan oynar, çapraz bir oğlan. Evlerinde yatmaya yüzü yok, kardeşinin evinde yatı-yormuş. Bir gün yengesi, ‘Abin burda kalmanı istemi-yor,’ demiş, yorganını bir beze çıkınlayıp kapıdan gön-dermiş kaynını. Comcom, yorganı da kumara basmış, kalmış yorgansız. ‘Ne yapayım, nerde yatayım,’ derken camiye varmış, tabutun birinin içine girmiş. Ölü yıkanır-ken kullanılan büyük havlular yok mu, tabutun içinde onlardan da varmış, mevsim de müsait olunca, burcu burcu kokan havlulardan birini altına, birini üstüne alıp uyumuş. Sabahleyin Tevsir Ahmet tuvalete camiye gel-miş. Tevsirler ölüden, tabuttan korkarlar ya, Comcom tabutun kapağını azıcık açmış, bakmış ki Ahmet geliyor, kapağı takır takır ettirince Ahmet bir kaçmış ki ordan… Comcom orda birkaç gün yatmış. Bir gün babası Şakir Efendi oradayken tabut tıkırdayınca adam hemen anla-mış, ‘Çık lan tabuttan!’ deyip çıkartmış, sonra da ordan kovmuş.” “Kumar kötü şey Selahattin... Allah bizden uzak etti, çocuklarımızdan da uzak etsin! Ayakkabı me-selesinden haberin var mı?” “Yook!” dedi Sarı Selahat-tin. “Geçenlerde akşamdan sonra kahveye doğru gidi-yordum. Baktım Kürt Ali, avradı yanına almış bir yerlere gidiyorlar. Avrat da koluna girmiş, fors bin beş yüz. ‘Uğurlar olsun Ali, nereye böyle,’ dedim, o değilden. ‘Sağ ol,’ dedi, ‘İsmetgil’e gidiyoruz.’ ‘Selam söyle,’ de-dim. Bunlar gittiler.” İbo bir saat sonra İsmetgil’e varmış, dış kapıyı yekindirip açmış, Ali ile hanımının, merdivenin dibindeki ayakkabılarını bir torbaya doldurup Batıpark’ın oraya varmış, otobüs durağındaki kanepeye oturup beklemeye başlamış. Ali ile hanımının yalın ayak oradan geçeceklerini adı gibi biliyormuş(muş). Gece vakti ner-den ayakkabı bulacaklarmış? Sinema dağılım vakti olun-ca, gelip geçenleri de başına toplamış, bekliyorlarmış. Bakmışlar ki uzaktan Ali ile hanımı geliyorlar, hem de yalın ayak! Taşlar ayaklarına batıyor, zıplaya zıplaya geli-yorlarmış. Millet gülüşmeye başlamış(mış). Kürt Ali epey sövüp üzerine yürümüş(müş) İbo’nun. Çok fanteziye çıkmış, tiyatro sahnesine dönmüş(müş) otobüs durağı. Sonra eş dost araya girince vermiş(miş) ayakkabılarını. Sarı Selahattin buna çok güldü. “Dur Selahattin, daha gerisi var,” dedi İbo. “İki gün sonra da biz hanımla amca-oğluna misafirliğe diye yola çıktık. Ali karşımızdan gel-mesin mi? ‘Nereye İbo?’ diye sordu. Amcaoğluna der miyim? Kafadan attım, ‘Mahmutlar’a,’ dedim. Bir de eke eke, ‘Selam söyle,’ dedi. Biz amcaoğluna gittik, eli-yin artığı ne ikram ettilerse yedik içtik dönüyoruz. Bak-tım Batıpark’ın orda bir kalabalık var. Kürt Ali ahmağı, sen git, Mahmutlar’ın merdiveninin dibinde ne kadar ayakkabı varsa çuvala doldur, getir. Ama biz amcaoğluna gittik... Yoldan geçeni çevirmiş, İbo ile hanımı yalın ayak geçecekler diye. Lan biz kaçın kurrasıyız? Batıpark’ta biriken kalabalık baktı ki hanımın da benim de ayağımız-da ayakkabılar var. Kürt Ali’ye kahkahayla güldüler. ‘İbo seni gene tongaya bastırmış,’ dediler. Kürt Ali seğirtti yanımıza geldi, ‘Lan siz Mahmutlar’a gitmediniz mi?’ diye sordu. ‘Yok Ali,’ dedim, ‘tam oraya gidiyorduk, son-radan fikir değiştirip amcaoğluna gittik.’ Ana avrat sövüp saymaya başladı. Bizim hanım da gıcıklığına, ‘Aman Ali abi bana mı sövüyorsun?’ deyince, ‘Yok bacım, sana ne söveceğim, ben aha şu avradını n’ettiğime sövüyorum,’ dedi. Selahattin bir fanteziye çıktı ki, vallahi sinema gibi. Gülmekten yerlere yattık. Öztürk Serengil bu kadar güldüremezdi milleti.” İbo biraz soluklandıktan sonra “Sen ne yapıyorsun?” diye sordu. “Kamyonla gidip geli-yoruz işte…” Kamyon, Sarı Selahattin’in abisi Kulak Mehmet’indi. Selahattin, kamyonla şehirden şehre, kazadan kazaya yük taşır, para alır, mazot alır, yer içer, Maraş’a döndüğünde de abisi Mehmet’e hesap verirdi. “Bir şey anlatayım da gül,” dedi Sarı Selahattin. Mehmet benim abim, senin de arkadaşın... Bilmediğimiz biri de-ğil. Geçinmek çok zor, amma ne yapalım, ekmek para-sı... Geçen burdan Erzincan’a yük aldık. Götürdük. Or-dan Trabzon’a gittik. Sonra Erzurum’a geçtik. Orda da Mustafa’yla karşılaştık. İkimiz de Maraş’a yük bulduk, peş peşe düştük Maraş’a doğru geliyoruz. Elazığ’ı geçtik. Evlerinin çatıları kiremitli bir köy var ya yolun kenarında! Adı aklıma gelmedi. Orayı geçince dar bir köprü var. Köprüye doğru girerken bir otobüs beni solladı, aynala-rımız şakır şukur birbirine çarptı, ikimizin de aynalarımız kırıldı. Otobüs ilerde sağa yanaşıp durdu. Ama otobüs haklı… Dar bir köprüye girerken benim sol sinyalimi vermem lazımdı, vermedim. Ben haksızım. Şimdi ne olursa olsun, doğruyu söyleyeceksin.” “Ben de duraca-ğım ama adamlar kimdir, necidir bilmiyorum. Bir tartış-ma olsa otobüsün şoförü, yedek şoför, muavin, bir iki yolcu derken kalabalık olurlar; ben tek başımayım. Ne yapayım? Duracak gibi yaptım, sonra bastım geçtim. Onlar otobüse binip bana yetişinceye kadar az ilerideki jandarma karakolunun bahçesine girdim. Doğru başça-vuşa gittim, ‘Başefendi’ dedim, ‘az önce şöyle şöyle bir kaza oldu, kazada ben haksızdım, tatsızlık olmasın diye doğru buraya geldim. Zararları neyse vereyim, bizi uzlaş-tır,’ dedim. Şeker gibi laf, değil mi?” “Şeker gibi laf ya!” “Lafım biter bitmez otobüs de geldi. Ben gecikince, Mustafa merak etmiş, o da dönüp geldi. Otobüsün şo-förleri, muavin, bir iki yolcu seğirtip geldiler. Başefendi bunları yatıştırdı, ‘Kaptan kaç para istiyorsun?’ diye sor-du. Uzatmayalım, iki yüz lira verdik anlaştık. Mustafa da gördü. Neyse biz Maraş’a geldik, yükümüzü indirdik. Akşam eve gelince de hesaplaştık. Sen de bilirsin, şur-dan şu fiyattan şu yükü aldık, şu kadar mazot aldık, şu kadar tamirata verdik, şu kadar yemek parası, şu kadar otel parası derken hesabı toplayıp verdim. Filan yerde şöyle şöyle, bir otobüsle birbirimizi sıyırdık, başçavuş bizi uzlaştırdı, iki yüz lira da ona verdik. Artan para da şu… Ne dese beğenirsin? ‘Ohoo, sen Allah bilir o parayı han-gi pavyonda yedin?’ Öz kardeşim bana inanmadı. ‘Valla-ha sen inanmıyorsun ama Mustafa da şahit,’ dedim. ‘O senden ne kadar iyi ki,’ dedi. İçime battı!” Cambaz İbo bana bakarak: “İnsan bir şeyi yapsa içine batmaz Hacı paşa,” dedi, “yapmadı mı böyle içine batar.” “Neyse, aradan bir iki sene geçti. Gene Elazığ civarındayız. Bu sefer yanımda kendi de var. Yoldan bir ördek aldık (Tek-leme yolcuya ördek diyordu.) Üç beş lira yemek parası çıkıyor. Mehmet abim yanıma yaklaştı, adam da pence-reden tarafa oturdu. Selam verdi, ‘Aleykümselam,’ de-dik. Ama adam eğilip bana şööyle bir baktı. Biz şo yollar-da çok dolaştığımız için böyle bakanlardan gıcık alırız. Az sonra eğilip bir daha baktı. Ben de; ‘Ne o ahbap, tanıya-cak mısın yoksa?’ dedim. Adam dedi ki: ‘Yahu ben seni tanır gibi oldum amma o sen misin, tam emin olamadım. Bir sene kadar evvel sen dar bir köprüye giriyordun, sinyalini vermemiştin, bizim otobüsle senin kamyonun aynaları birbirine çarptı, sen bir karakola sığındın, bizim kaptana iki yüz lira verdin de anlaşmış oldunuz. Sen o şoför değil misin?’ Gözlerime yaş doldu vallahi. Allah canlı şahit gönderdi bize. Babalın boynuma! Neyse, adam ilerde inince abime dedim ki, ‘Bak sen inanmıyor-dun, Allah canlı şahit gönderdi. Doğru söylediğime inan-dın mı?’ dedim. Ne dese beğenirsin? ‘Bu essahsa bun-dan öncekiler yalandı,’ dedi.” Cambaz İbo kahkahayla gülerken Sarı Selahattin de gözlerini yumarak “Kihhh!” diye kendine özgü gülüşüyle güldü. Tam da bu sırada Sarı Selahattin “Aha geldi!” dedi. Baktık, abisi Kulak Mehmet, sepetli motoruyla bize doğru geliyordu. Epey bir tar tar ettirdikten sonra istop etti. Benim uzattığım iskemleyi alırken selam vermeyi unutmadı.
Merhuma dua eylemeyi unutmayınız lütfen...