Her taifenin bir dili var. Ham ervahın dili, çarşının dili, âriflerin dili. Hazret-i insanın dili âriflerin, evliyanın ve mürşid-i kâmillerin dil kapısında neşv ü nema bulur.
Dil vardır, malâyanîdir; içi boş mânasız konuşmadır. Dil vardır, “şâkirdir”; konuştuğu her kelimede “Eş-Şekûr olan Allah’a teşekkür eden”, faydalı şeyler konuşan ve yazandır.
Dil vardır, melektir; “cennete tohum saçar”, dilin asıl kaynağına bağlılığını unutmaz, dili mukaddeslerin emrine verir.
Dil vardır, şeytandır; “cehenneme odun taşır”, gıybet, yalan ve iftira ile başkalarına zararı verir.
Modernlerin dili de vardır ki seküler, yâni lâdinîdir; gittikçe kökünden uzaklaşır ve ruhsuzlaşır. Sonunda tâgutî ve pagan diline dönüşür.
TERCİHİM EDEBÎ LİSANI KONUŞANLARDIR
Tefekkür, edebiyat ve tasavvuf dilini bilmeyen ham ervahın dilindendir başımın ve kalbimin ağrıları.
Ehl-i irfanın dilini idrak edememiş bir dille karşılaştığımda uzaklaşırım. Gönülden sâdır olmayan kuru ve yavan, fikirsiz ve mânasız bir dille karşı karşıya kaldığımda kalbime ağrı girer, azap çekmeye başlarım.
Bundandır ki sokakta nâdan bir dil gördüğümde yolumu değiştiririm. Piyasanın, alışveriş yerlerinin dilini kullananların semtinden uzak dururum.
Edebî lisanla konuşanların yanında başımın ve kalbimin ağrısı gider, gönlüm inşirah bulur. Âşina dillerin sohbetinde dünyevî sıkıntı ve vesveselerim kaybolur. Kalbim elest bezminden ve mâveradan sözler dinlemiş gibi olur lisan-ı hâl sahiplerinin yanında.
Bu sebeptendir ki kendimi seyrettiğim bir ayna, marifet mertebesinde bir sığınaktır dil. Meftunluğum dilin sûretine, yâni kabuğuna değil, yaşattığı ve götürdüğü yerdir.
Eşrefoğlu Rumî’nin dediği gibi “Dil dudak debreşmeden, sözden anlayan gelsin!”