Gençliğinde Fransız kültürünün ve Marksizmin tesirinde kalan ve sonra “Osmanlı irfanı” önünde diz çöken âmâ üstad Cemil Meriç’e göre Osmanlı Türk devletinin cihat ve fetih hareketi medeniyet hamlesidir. Fethettiği ülkelere kültür ve medeniyet hazinesini götürür. Medeniyetinin muhteşem çağlarında Osmanlı, Avrupa medeniyetine maruz kalmıyor, fethediyordu. (Umrandan Uygarlığa, s.54)
“İSLÂM MEDENİYETTEN DOĞMUŞ BİR KUVVETTİR”
Medeniyet bahsinde Batıcı aydınlar gibi â’raf’ta değildir; İslâm medeniyetine fikren ve gönülden bağlıdır. Ona göre, İslâm kuvvetten doğmuş bir medeniyet değil, medeniyetten doğmuş bir kuvvettir. O muhteşem medeniyetin gücü kaba kuvvet değildi. İrfandı, teşkilâttı, nizamdı. İslâm medeniyetinde ruh ile dimağ, fazilet ile terakki, mânevî kudretle maddî umrân yan yan yanadır. İslâm’ın Semerkand’da, Buhara’da, Şam’da, Bağdat’ta, Konya’da, İstanbul’da, Kahire’de, Endülüs’te, Kurtuba’da meydana getirdiği medeniyetler ortaçağ karanlığı içindeki insanlığın ümidiydi. Bütün medeniyetler İslâm medeniyetine borçludur. Ulaştığı her yerde zulmü ortadan kaldırıp beldeleri, memleketleri umrân ve adâletle şenlendirmiş. Fâtih’in Semaniye, Kanunî’nin Süleymaniye medreseleri medeniyetin şâhitleriydi. Süleymaniye’nin kubbesi, Mohaç’tan daha muazzam bir zaferdi. Loncaları, kervansarayları, şifahâneleri ve sebilleriyle milleti yaşatan vakıf müessesesi başlı başına bir medeniyet hârikasıdır. (Sosyoloji Notları ve Konferanslar, s.184)
“İSLÂM MEDENİYETİ ORTAÇAĞ KARANLIĞINI AYDINLATTI”
Ona göre, Osmanlı İslâm medeniyeti yekpâre bir bütündür. Hicret'ten bu yana çeşitli ikbâl ve idbâr devirleri yaşamış, fakat aslî cevherini büyük bir titizlikle korumuştur. İslâm medeniyetinin dayandığı mukaddes kitaplar milyonlarca insanın yoluna ışık serpmiş ve serpmektedir. İslâm’ın ‘Muhit’ ül Maarif’i Kur'an-ı Kerim ile Hadis-i Şeriflerdir. (Işık Doğu’dan Gelir, s.32) Türk İslâm medeniyetini küçük görüp kötüleyen, kafası ve kalbiyle Avrupalı olmaya çalışan aydınlar müstağrib ve taklitçidir. Medeniyeti Avrupa’da arayan, Avrupa’yla aynileştiren Batıcılarımız, yâni mustaripler Türk kimliğini, medeniyet kimliğimizi inkâr etse de Batılıların gözünde biz düşman bir medeniyetiz. Bu ülkenin bütün ırklarını tek ırk, tek kalp, tek insan hâline getiren İslâmiyettir. Biyolojik değil, moral bir vahdettir bu; yâni vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi. İslâm medeniyeti tek başına ortaçağ karanlığını aydınlattı. Tarihte hiç bir insan topluluğu, İslâm inkılâbı, yâni medeniyeti kadar uzun bir hamle yapmadı. Bu medeniyet okyanusları birbirine birleştirdi, çeşitli ırktan insanları birbirine kaynaştırdı, tarihleri birbirleriyle hamur yaptı. (Sosyoloji Notları ve Konferanslar, s.119-187)
“UTANILACAK MÂZİSİ OLMAYAN MEDENİYETİN ÇOCUKLARIYIZ”
Doğu ve Batı medeniyeti telakkisinde tavrı nettir. Medeniyet kimliğinde devrinin aydınlarına göre hayli keskin ve millîdir. Ona göre biz apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız; Batı’ya düşman bir medeniyetin, bambaşka ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca, utanılacak mâzisi olmayan, insanlığa büyük hizmetleri olmuş, çağlar kapatıp çağlar açmış bir daha büyük bir medeniyetin çocuklarıyız. Fakat medeniyetimiz İslâmî duruşumuzdaki fetretten dolayı hâkimiyetini kaybetmiş ve Batı medeniyetinin tesiri altına girmiştir. Bu tesir kimilerini kendi medeniyetinden utanan ve reddeden bir mağlubiyet kimliğine sokmuştur. Suç aydınlarındır. (Sosyoloji Notları ve Konferanslar, s. 195)
“ÎMAN VE AMEL MEDENİYETİ”
Osmanlı medeniyetiyle Avrupa medeniyetinin hiçbir benzerliğinin olmadığını söyler. Osmanlı medeniyeti Avrupa medeniyeti gibi lâdinî ve pozitivist çerçevede kelime ve kitap medeniyeti değildir; îman ve amel medeniyetidir. (Kültürden İrfana, s.384) Osmanlı’yı Batı’dan üstün kılan insana bakışıdır. Osmanlı için insan ulûhiyetin nüsha-yı suğrası; yâni âlemin küçük bir nüshası olarak mukaddes ve muhteremdir. Batıda yok bu. Batı evvelâ kendi insanına karşı zâlimdir. Batının tarihi, bir sınıf kavgası tarihi. Osmanlı Türk’ünü, Avrupa insanından ayıran bir başka hususiyeti de, fedakârlığı ve devletle bütünleşmesidir. Osmanlı Türk’ü İlây-i Kelimetullah için hayatını seve seve feda eder. Avrupa insanı menfaati için devletine hizmet eder. (Kültürden İrfana, s.383-385)
“BATI MEDENİYETİ TANRI’YI DA İNSANI ÖLDÜRMÜŞTÜR”
Ona göre, Batı’nın seküler ve sömürgeci medeniyeti Tanrı’yı öldürdükten sonra insanı da öldürmüştür. Bir medeniyetin başka bir medeniyete istihâle etmesi ham hayâldir. Bu hayâli çok pahalıya ödedik. Bir medeniyet başka bir medeniyetten ancak malzeme alır. Her müessese her iklimde gelişmez. Kendi tarihimizi, kendi bünyemizi bilmeden, tarihine yabancı olduğumuz bir dünyanın müesseselerini aynen benimsemek hatâların hatasıydı. Batılılaşmak şahsiyetsizlik, erimek, yok olmaktır, benimsediğimiz bir idam hükmüdür. (Kültürden İrfana, s. 391) Medeniyetler birbirlerine indirgenemezler. Batı bir madde medeniyetidir, Batı benim anti-tezimdir. Ben, Batıyı yok etmek için, temessül etmek için asırlarca savaşmışım. Medeniyetler temessül edilemez. Eğer, millet çapında düşüneceksek, millet vardır, Osmanlı kültürü vardır, biz varız. Batının teknik üstünlüğü vardır, o kadar. Tekniğin tek hedefi insanın saadeti olmalıdır.” (Sosyoloji Notları ve Konferanslar, s.202-270)
“BÜTÜN KUR’ÂN’LARI YAKSAK, AVRUPALININ GÖZÜNDE OSMANLIYIZ, YÂNÎ İSLÂM”
Osmanlı ile Batı arasındaki husumetin altında toprak fütuhatı değil, medeniyet, yâni din ayrılığı vardır. Avrupa medeniyeti Osmanlı-İslâm medeniyetine asırlarca düşmanlık etmiştir. Kendi ifadesiyle, “Bütün Kur’ân’ları yaksak, bütün câmileri yıksak, Avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yâni İslâm. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın! (…) Haçlı ordularını bozgundan bozguna uğratan korkunç ve esrarlı kuvvet.” (Umrândan Uygarlığa, s.9)
MEDENİYET Mİ, UMRÂN MI?
Medeniyetin İslâmiyet olduğuna kalbiyle fikriyle inanan Cemil Meriç bu mevzuda “umrân” kelimesini sıkça kullanır. Umrân kelimesini kullanan iki şahsiyet var: İbn-i Haldûn ve Cemil Meriç. “Umrândan Uygarlığa” adlı kitabında (s.98) İbn-i Haldûn’un umrân kavramını öne çıkarır. Haldûn’un, umrânı bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimaî ve dinî düzen, âdetler ve inançlar olarak târif ettiğini, umrâna yüklediği mânanın medeniyet kavramından daha şümullü ve Avrupa'nın hiçbir zaman hiçbir kelimesiyle kucaklayamayacağı bir bütünlüğe sahip olduğunu söyler.
“UYGARLIK MÂZİSİZ, MÛSİKİSİZ BİR HİLKAT GARİBESİ”
Ona göre umrân kelimesinde derinlik ve kuşatıcılık vardır: “Yalnızca bilgiyi değil irfânı ve bilgeliği de anlatır; şehri ve bâdiyeyi de (kır, çöl) içine alır. Umrândan habersizdik, medeniyete de ısınamadık. İnsanlığın tekâmül vetiresini ifade için kendimize lâyık bir kelime bulduk: Uygarlık. Mâzisiz, mûsikisiz bir hilkat garibesi. Umrân'ı içtimaî hayatla karşılayabiliriz. Haldun için temeddün’le (medenileşme) umrân farklıdır. Temeddün: Şehir medeniyeti. Umrân, hem bedevîliği hem hadarîliği kucaklar.” (Umrândan Uygarlığa, s. 98)
“MEDENİYET HALK ŞUURUNDA AVRUPA ÇAĞRIŞIMI YAPMIŞTI”
“Umrân” kelimesini tercih etmedikleri için Tanzimatçıları tenkit eder. Ahmet Cevdet Paşa'nın medeniyet târifini gerçekçi bulur, fakat umrân gibi kucaklayıcı bir kelimeyi, “medeniyet gibi müphem ve mâzisiz bir lafza feda” ettiğini de söylemeden edemez. “Müphem, mâzisiz” ifadesiyle İslâmî, yâni Medine mânasında medeniyet kavramını kastetmediğini ve medeniyet kelimesine karşı olmadığını belirtelim. “Umrân” kelimesine hususî bir değer verse de, medeniyet kavramına dair hayli yazıları var. “Kültür ve medeniyet” başlıklı yazısından birkaç cümle: “Arap aydınları, bedevî umrânı ilkel kültür, hadarî umrânı medeniyetle karşılamaktadırlar. Medeniyet kelimesi, ilmî ve teknik gelişme, şehirleşme, sosyal organizasyonun giriftliği bakımından daha ileri bir aşamada bulunan toplumlar için kullanılır. Kelimenin eski anlamı bu idi. Zamanımızda daha çok, sanayileşme, modernleşme, gelişme gibi lafızlar tercih edilmektedir. Medeniyet kelimesinin beraberinde getirdiği değer hükümlerinden sıyrılmanın başka çâresi yoktur.” (Kültürden İrfana, s.17-44)
Tanzimat’tan Cumhuriyete kadar medeniyet kelimesine civilization, Avrupalılaşma, asrîleşme gibi olumsuz mâna yüklendiği için medeniyet kavramı millet nezdinde Frenkleşme olarak anlaşılmıştır. Aydınlar tarafından müdafaa edilmesine rağmen medeniyet kelimesinin halk tarafından sevilmediğini, şüpheyle bakıldığını, medeniyet kelimesinin Batı’nın gizli emellerini güzel göstermeye yarayan bir örtü gibi görüldüğünü, Avrupa'dan gelen her mefhum gibi garaz-ı nefsani ve tek dişi kalmış canavar olarak anlaşıldığını ve aydınların Tanzimat'tan bu yana medeniyetin Batı medeniyeti olduğuna îman edip bu şekilde anlatmasından dolayı halk şuurunda düşman bir Avrupa, sefahat ve fuhşiyat çağrışımı yaptığını ifade eder. (Umrândan Uygarlığa, s. 96-97)
Ona göre, Tanzimat “Bir medeniyetin fethi değil, bir ırzın teslimi” dir. Tanzimat’la Avrupa, Mason localarıyla, özel mekteplerle, mürebbilerle içimize girmiştir. (Kırk Ambar, s.280)
Hülâsa-i kelâm; fikir dünyasındaki med-cezirlerine rağmen Cemil Meriç, katıksız bir medeniyet müdafimizdir. “Türk İslâm medeniyeti ahlâka, feragate dayanan bir medeniyet, gerçekleştirdiği değerler edebiyattan da, felsefeden de, ilimlerden de muazzez. Ben bu mazlum medeniyetin sesi olmak istiyorum” diyerek, görmeyen gözlerine rağmen medeniyet dâvasının en keskin kalemi olmuştur. (Mağaradakiler, s. 325)
(ilbeyali@hotmail.com)