Dün gündeme bomba gibi düşen ‘davet’, aslında 17 Aralık operasyonunun hangi amaçla yapıldığını göstermesi açısından da dikkate değerdi.
CHP Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, dün İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından “hakaret” davasında ifadeye çağrıldı.
Böyle bir çağrı usulü yok.
Zira Kemal Kılıçdaroğlu, sadece CHP Genel Başkanı değil, aynı zamanda milletvekiliydi ve dokunulmazlığı vardı.
Peki savcılık vekiller için hiçbir şey yapmıyor mu, elbette yapıyor. Fezlekeyi hazırlayıp meclise sevk ediyor. Kişi vekil olduğu müddetçe de o dosya işlem görmüyor. İşlem görmesi için genel kurulun karar vermesi gerekiyor.
Ama bu yol izlenmeden, Kılıçdaroğlu ifadeye çağrılıyor.
Sonraki açıklamada ise bu davetin “sehven” yapıldığı belirtiliyor ve geri alınması için işlem başlatılıyor.
Burada samimi olarak düşünmek gerekiyor; hiçbir parti ayrımı gözetmeden, hiçbir milletvekilini ayrı yere koymadan.
Savcılığın yaptığı hukuksuzluktur ve kabul edilmesi asla mümkün değildir.
***
Savcılığın hatası kısa zamanda telafi edilse de, edilmediğini düşünün.
Hatta savcının davetinin “polis marifetiyle” yapıldığını hayal edin…
CHP Genel Merkezinin kapısında yüzlerce polisin Kılıçdaroğlu’nu almaya geldiğini kurgulayın.
Ya da evinin önünün polis kaynadığını…
Kılıçdaroğlu’nun telefona sarıldığını, içişleri bakanı, adalet bakanı ve başbakanı aradığını…
CHP kurmaylarının ekranlara çıkıp, “hukuki garabeti” kamuoyuna duyurmaya kalktığını…
Ve o anda ekrana çıkan bir başka siyasinin veya yorumcunun; “ifadeye gitsin canım, korktuğu ne var?” dediğini…
Daha itiş kalkışı söylemedim…
Kılıçdaroğlu’nun evine girmek için kapısının kırıldığından söz etmedim.
Yaka paça araca bindirilmesini ise düşünmedim.
Sadece evinin veya parti genel merkezinin kapısında onu almaya gelen ve emri uygulamakta kararlı polislerin tavrını hayal etmenizi söyledim.
Sahi buna tavrınız ne olurdu?
Siz de “ifadeye gitsin canım, ne var bunda” mı derdiniz?
Yoksa “hukuk, kişilere göre değişmez. Yasa ne diyorsa o uygulanır. Birilerinin keyfi istiyor diye hukuksuzluğa göz yumamayız” mı diyecektiniz?
Elbette ikincisi denmeli.
Yüzde yüz suçlu da olsa, iftira da atılmış bulunsa, kumpas da kurulmuş olsa, bir yanlış anlama da söz konusu olsa, milletvekilinin dokunulmazlığı varsa savcı ifadeye çağıramaz, polis de alıp götüremez…
Bu, bu kadar kesin ve nettir.
Bunun ‘ama’sı ‘mama’sı olmaz.
Bunun özrü de olmaz, kabahati de hoş görülmez.
Ve eğer siz burada “demokratik” bir çıkış sergilemezseniz, yargı farklı bir alışkanlık kazanır.
Kurumlar, yargı da olsa, polis de olsa, asker de olsa yasalara uymak zorundadır.
MİT tırını durdurmayı hoş görürseniz, bundan sonra bütün istihbaratımız ortalığa saçılır.
Ortada bir suçlama bile yokken “alın getirin, sonra içini doldururuz” derseniz, bu alışkanlık haline gelir ve bundan sonra “gıcık” olduğu her bakanı, her bakan çocuğunu içeri tıkmanın yolunu arayan bulunur.
Hukuk, dışarıdan alınan emirlerle yürümüyor.
Hukuk tahsili bile yapmamış Haşim Kılıç’ın ahkâm kesmesiyle olmuyor.
Daha düne kadar takındığı tavırla bugün kendisine sunulacak makam için gömlek değiştirmekle hukuk yerini bulmuş olmuyor.
“Türkiye bir hukuk devletidir” sözü, içi boş olduktan sonra hiçbir mana ifade etmez.
Önce hukuk olacak, sonra ülkenin hukuk devleti olması için uğraş vereceksiniz.
Siz hukuku katlederseniz, yasada ne yazarsanız yazın hiçbir anlamı olmayacaktır.
Kemal Kılıçdaroğlu’na savcılığın “sehven” yaptığı davete icabet ederseniz, 367 garabetinin hukuki zemin bulmasına neden olursunuz.
Düne kadar uygulanan sistem, sıra Abdullah Gül’e geldiğinde değişiyorsa burada iyi niyet aramak mümkün değildir.
Ben 17 Aralık’ta da iyi niyet hiç aramadım, zira pis kokular burnumuzun direğini sızlatacak kadar kesif koku üretiyordu zaten.
Aslında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının daveti, “hukuksuzluğun nasıl olabileceğini” göstermesi açısından dikkate değer bir örnekti ve umarım Kılıçdaroğlu, olaya bir de bu yönüyle bakma şansını yakalar…
Tweetimden seçmeler
Bazen şahsiyetsiz olanların yaptığı pirime şaşar dururum. Sonra her malın bir alıcısının olduğu aklıma gelir; Herkesin tercihi farklıdır!