Dokunuş
Ben duvara yaslanmam dağlara yaslanırım,
Dağlarla bulutlanır, dağlarla puslanırım.
Yaz bahar eyyamında, çıkar doruklarına;
Yağmurlu havalarda serapa ıslanırım.
A.S.D
Bıktım şu kent yaşamının gamından, kesafetinden, hava kirliliğinden ve bilumum çirkefliğinden! Neredeyse çarşıdaki pazardaki insan sayısından fazla, adım başına araba!
Ayran budalası mı olduk ne?
Kulakları tırmalayan gürültü ve klaksiyon sesleriyle egzoz gazı soluyorum gün boyu. Gayrı göre göre kanıksadığım, hâlen de kanıksamaya çalıştığım sosyal kepazelikler; her nevi şenâat ve denâatler bir sanat şekline dönüşmüş handiyse.
Keçi yolu, kaldırımlardan daha rahat. Vitrin camına bakanlarla ayaküstü çene çalanlara toslamadan yürüyene bravo. Fırın da, vezne de, gişe de, durak da, hastane de ve sair yerlerde; kuyrukta beklemektense kuyruk acısı çekmeye dünden razıyım.
Tam bir hapishane!
Dört bir yanım beton yığını dev binalarla çevrilmiş, görüş alanım ise oldukça daralmış bir vaziyette. Karşı balkon ve pencerelerden bakan yüzlerce gözün gözetimi altındayım inanın. Bu ne hâl yahu?
Kentsoylu olmadığım için kalıtsal köylülüğüm ve kırsal kesime mensubiyetim ağır basıyor. Çağa ve zamana, gelişen teknolojiye ayak uyduramadığımdan dolayı; tabîlikle sunîlik arası orta çizgide, bir iç savaş hâlindeyim heyhat! Yapaylığın beni iğdiş etmesinden ve altalamasından biteviye korkuyorum hâsılı.
Ne akvaryumdaki süs balıkları ne de süslü kafesteki kanaryalarım… Ve ne de saksı çiçekleri… Doğaya olan özlemi mi gidermeye yetmiyor. Fanustaki her gün kamburunu fırçaladığım Singapur kaplumbağalarından da artık tatmin olamıyorum. Tedirginim, dardayım, tenakuzdayım! Bilmem n’etsem, nere gitsem ki?
Ya şu televizyon (fitnevizyon) kanallarında, “dizi” tandanslı terbiyesizliği hamiyetperver halkımızın “ahlak-ı umumiye”sini ifsada memur sözüm ona sapı silik güruhun sefih icraatları var ya?!. İşte ırzı kırıklığın som versiyonu budur diye düşünüyorum.
Ya şu ne idüğü belirsiz kız ve oğlanların tepinerek “fang fing fo” diye müzikal şov yapmaları ve dırlamaları yok mu? Delleniyorum! Tümden yadırgı ve yabanıl kusulası şey. Bizim köy de Bekri Mustafa’nın boz eşşeğinin çifte atıp çayırda anırması, bana daha câzip geliyor. Anlaşılan duygularım henüz nötralize olmamış. Hâlâ birçok şeyi algılayıp ilinti kurabiliyorum.
En iyisi fazla inkıtâya ve inkılâba uğramadan… Kire ve kokuşmuşluğa bulaşmadan… Radyasyonlu, karbondioksitli ve hormonlu kanserolojik maddelerden uzak; şöyle bol oksijenli kekik, yavşan kokan heybetli dağların hür havasını solumak istiyorum. Hususiyetle kaynaşamadığım kozmopolit insanlara nispet; kurtlarla kuşlarla kaynaşmak istiyorum. Varsın “Dağ Adamı” desinler, “kıtıpiyos” demesinler de…
Ozon tabakası delinecekmiş, gam değil. Vay laiklik elden gidiyor(!)muş, umurumda mı? Bu gün dünya bilmem ne günüymüş, hadiyin lan!.. Mavranıza, mavalınıza başlatmayın şimdi! Safra kesesinden attığınız tafranıza da!..
Alın şu kırılası gitarınızı da, verin kavalımı tek! Dağarcığımdaki arpa ekmeği bana yeter! Kusarım karidesinize, havyarınıza… Ben şu an da kamalakla karaardıcın gölgesine otağımı kurmuş bulunuyorum. Çoban yıldızının doğuşuyla şafağın sökmesini bekliyorum bâdehu…
Kendisini Bolu beyi zannedenlereyse buradan haykırıyorum: Çamlıbel de koç Köroğlu, Toroslar da ben… Var mı diyeceğiniz? Deli rüzgârların alıp götürdüğü dedemin türküsünü de ünlemeden edemeyeceğim:
“Garip bülbül değilim ki
İnem bağlara bağlara.
Kartal bakışlı yiğidim,
Çıkam dağlara dağlara.”
Dağlar, elbette üç-buçuk çapulcu soysuz PKK’cıların barınağı değildir. Dağlar, bizim dağlarımız. Kuluncuna yaslanılası ve bir türkü çığırılası dağlarımız… Avlaklarında kınalı kekliklerin ötüştüğü ve sürmeli geyiklerin su içtiği dağlarımız…
Dağlar heyyy!