Gençken, eskiden Doğu Türkistan Türklerine dair dergiler ve kitaplar okurduk. Hakk’a tapan Türk milletinin dâvasını sahiplenip de Doğu Türkistan Türklerini okumayan, bilmeyen yadırganırdı. Malûmatımız teorikti…
Fakat öyle oldu ki, fikir ve gönül dostlarım evlerine misafir ettikleri, derneklerine dâvet ederek dertleştikleri, Müslüman mı Müslüman, hem de has Müslüman Türklüğüyle temayüz etmiş üniversiteli gencecik Doğu Türkistanlı karındaşlarımızı dinlerken gizli gizli gözyaşı akıttım ve fikirli öfke nöbetim geldi… Bir şey yapamamanın, yürek soğutacak bir şey söyleyememenin acısıydı bu. Karşımda ana sütü gibi helâl İslâm’la meczolmuş Türkçemizi konuşan, adları bizim gibi Abdullah, Abdülhamid, Ahmet, Mustafa… olan hem hüzünlü hem sevinçli simalarıyla Doğu Türkistanlı genç karındaşlarımızın gözlerine baktıkça yüreğime bin yıllık sızılar yürüyordu. Gördükleri zulüm nasıl bir zulümdü? Nasıl bir işkenceydi yaşadıkları? Titreme gelmiş, vecd fazlasından dilim pelteleşmişti. zulmünden gördüklerini yazmasam…” diye kendime serzenişte bulunmuştum.
Sadede geleyim. Mostar Dergisi Mayıs 2018 / 159. sayısında bu meselelerin has erbabı Ali Yurtgezen hocanın “Çin İşkencesinin Eğitim ve Uygulama Laboratuvarı: Doğu Türkistan” başlıklı son derece vukuflu bir yazısı yayınlanmıştı. Doğu Türkistan’ın Çin işgalinde yaşadıklarını, buradaki Türklerin dinî ibadetten tutun da, kimlik, kültür asimilasyonu, ad, soyad değiştirilmesi, çocuk sayısının azaltılması gibi deccalin bile aklına gelmeyeceği zulüm çeşitlerini dile getiren bu kıymetli yazıyı okuyunca, yazacaklarımın hem tekrar, hem de basit olacağını düşündüm ve Ali Yurtgezen hocanın adı geçen yazısını iki bölüm hâlinde sunmaya karar verdim. Aşağıda 1.bölümünü sunduğum bu yazıyı başta devlet erkânı olmak üzere Doğu Türkistan Türklerine bigâne kalanlar ve bu kadîm Türklük diyarındaki karındaşlarımız için sızı duyan, gözyaşı döken herkes okusun. Muradım budur:
“Devlet veya rejimin potansiyel suçlu ilan ettiği için 7/24 gözetim altında tuttuğu bir halk düşünün. Yaşadıkları coğrafyanın bütün cadde, sokak ve kapalı alanlarına yüz tarama sistemine sahip kameralar yerleştirilmiş. Cep telefonlarına, bilgisayarlara, banka ve alışveriş kartlarına zorunlu takip programları yüklenmiş. Yaşları 12 ile 65 arasında olan herkesin DNA örneği, parmak izi ve kan grubu bilgileri toplanıp arşivleniyor. Sadece şehirler, beldeler arasında değil, semtler arasında bile güvenlik kontrol noktaları oluşturulmuş. Dış dünya ile irtibat zaten engellenmiş durumda. Kim nereye gidiyor, kiminle görüşüyor, ne diyor, ne alıp satıyor anında tespit edilmekte. Gün içinde aynı güzergâhtan iki defa geçmek bile soruşturma sebebi. Her an her yerde yanıbaşınızda bitiveren resmî veya sivil polislerin hiçbir gerekçe göstermeden insanları sorgulama, tutuklama, öldürme yetkisi var. Sokak ortasında, hapishanede, toplama kamplarında ölen ya da öldürülen yakınlarınızın nasıl öldüğünü sormanız, otopsi yapılmasını istemeniz, cenazesinde ağlamanız suçtur. Kimin kiminle evleneceğine, hangi kıyafetleri giyebileceğine, ne öğreneceğine, nasıl düşüneceğine, neye inanacağına, kadınların kaç çocuk doğuracağına devlet karar veriyor. Yetişkin erkekleri tutuklanmış yahut öldürülmüş ailelere, rejimin belirlediği ve istihbarat elamanı olarak kullandığı dini, dili, kültürü farklı yabancılar yerleştiriliyor.
İşkence ve katliamlarla sürdürülen işgal
Hayır, George Orwell’ın 1984 romanından uyarlanan filmin yeni bir versiyonundan bahsetmiyoruz. Anlattıklarımız şu anda, 21. yüzyılın ilk çeyreğini idrak ettiğimiz bir zaman diliminde, 70 yıldır Kızıl Çin işgali altındaki Doğu Türkistan’da yaşanıyor. Gerçi Çinlilerin işgal ve sömürgeleştirme politikası 1760’taki ilk Mançur istilasından beri devam ediyor. O tarihten bu yana Doğu Türkistan’daki Türkler en vahşi yöntemlerle baskıya, işkenceye, katliama, asimilasyona maruz kalmışlar. Öldürülen, kendi toprakları dışında mecburi ikamete tâbi tutulan, başka ülkelere kaçmak zorunda bırakılan milyonlarca Müslüman Türk’ün yerine yerleştirilen Han Çinlileriyle bölgenin demografik yapısı değiştirilmiş. O kadar ki bir zamanlar sadece Türklerin yaşadığı bu bölgede, mesela Uygurların 1953’te % 75 olan nüfus oranı 2000 yılında % 40’a düşerken Han Çinlilerinin oranı % 6’dan % 45’e çıkmış. Bugün Doğu Türkistan’daki üniversitelerde okuyan her 100 öğrenciden 80’inin, istihdam edilen her 100 memur ve işçiden ise 90’ının Han Çinlisi olduğu dikkate alınırsa Türk nüfusunun daha da azaltıldığı söylenebilir.
Yeraltı zenginlikleri ve stratejik konumu sebebiyle bölgeyi elde tutma politikasını Çin’in neden bu kadar pervasız bir vahşetle sürdürdüğünü anlamamız için Doğu Türkistan’da Türklere yönelik saldırılarda başrolü oynayan şu Han Çinlilerine bir parantez açmamız gerekiyor. Han Çinlisi, hem imparatorluk hem milliyetçi Çin hem de Mao ve sonrası dönemlerde farklı etnisitelere mensup Çinli kitleleri homojen bir yapıya kavuşturmak yanında Türk düşmanlığını canlı tutmak için de yönetici kadro tarafından uydurulmuş asılsız bir aidiyet nitelemesi. Han sülalesi Çin’in en eski, en uzun ömürlü bir hanedanı. Çin imparatorluğuna tarihte en parlak dönemini yaşattığına inanılan bu hanedan Türkler tarafından ortadan kaldırılmış. Mao’nun, “Çin milleti esas olarak Han milletidir.” sözünden hareketle bugün Çinlilerin % 90’ı kendisini böyle tanımlıyor. Han Çinlisi sıfatını kuşanmakla rejim nezdinde imtiyazlı, dokunulmaz bir statü kazanan Çinliler, bu statünün şövenist duygularla, kahramanlık zannedilen bir kıyıcılıkla Türkler’den intikam almayı, onlara her türlü zulmü reva görmeyi gerektirdiğine inanıyorlar.
Orda bir kadim yurt var uzakta…
Doğu Türkistan, bu patolojik kinin acımasız vahşeti, hiçbir insani ölçü tanımayan bir açgözlülüğün talanı ile 300 yıldır tek başına boğuşuyor. 300 yıldır Doğu Türkistanlıların maruz kaldığı zulme bütün dünya gibi biz de kör sağır ve dilsiziz. Haritadaki görüntüsü Anadolu’yu andıran bu bir buçuk milyon kilometrekarelik kadim Türk yurdunu, gözümüzden ırak olunca gönlümüzden de çıkarmış, unutmuş gibiyiz. Bir zamanlar pek çok Türk devletinin bu topraklarda hüküm sürdüğünü; Kaşgarlı Mahmud’un, Yusuf Has Hâcib’in, ilk Müslüman Türk hakanı olan Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın bu topraklarda yaşadığını bilenlerimiz çok az. Doğu Türkistanlıların 18. yüzyıl ortalarından itibaren başlayan işgallere kahramanca direndiğini, milyonlarca şehit verdiğini, üç defa devlet kurduğunu tarih kitaplarımız yazmıyor. Onca kırıma katliama rağmen bugün dahi 3000 yıllık Türk yurdunda en az 25 milyon Uygur’un, sayıları 1 milyonu aşan Kazak, Kırgız, Özbek, Tatar Türk’ünün yaşadığından çoğumuzun haberi yok. Çin’in dünyaya kapattığı bölgede neler yaşandığını günü gününe öğrenmenin neredeyse imkânsız olduğu doğru. Fakat bu, farklı ülkelerde sesini duyurmaya çalışan Doğu Türkistanlı mültecilerin feryadına olsun kulak vermemize engel değil.
Doğu Türkistan’ın özellikle 2016 Ağustos’undan sonra, konvansiyonel usullerle son teknolojiyi harmanlayan Çin tarafından bir “istihbarat laboratuvarı”na dönüştürüldüğü bütün dünyanın malumu aslında. Dünya egemenleri, Doğu Türkistan’ın yıllardır “Çin işkencesi” nin eğitim ve uygulama alanı haline getirildiğini, burada Müslüman Uygurlara yaşatılanların Orwell’in Okyanusya’sına rahmet okutacak vahamette olduğunu pekâla biliyorlar. Fakat meseleyi insan hakları açısından bakıp çözmek yerine, hep yaptıkları gibi Çin’le ilişkilerinde ellerini güçlendirecek bir koz olarak sürüncemede bırakmayı tercih ediyorlar. Başta ABD olmak üzere, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin Uygur diasporasına verdiği sözde destek ve ev sahipliği, yeri geldiğinde Çin pazarına pey olarak sürülüyor. Batı dünyasının insanlık tarihindeki bu en ağır, en uzun süreli şiddet uygulamasını çözümsüzlüğe mahkûm eden istismarında, Doğu Türkistan dışındaki Türk ve Müslümanların denize düşen Uygurları yılana sarılmaya mecbur bırakan bigâneliği büyük rol oynuyor şüphesiz. Türk ve İslâm dünyası olarak bu insanlık suçuna ses çıkarmıyor, Doğu Türkistan’da neler olup bittiğini görmezlikten geliyoruz. Fakat biz böyle susup gözlerimizi kaçırır, oradaki mazlumların feryadına kulaklarımızı tıkarken de Çin, Doğu Türkistan’daki zulmünü artırarak sürdürüyor.”