Çözümsüzlük ne ki: Aklın, düşüncenin, atılımın ve üretimin önünü tıkayan, engel. Çözümsüzlüğe tutsak olmak, özgüveni yitirmek, umutsuzluğun olumsuzluğuna baş eğmek, kaderi yanlış yorumlama algısına tutsak olmak. Bütün bunlar, Tanrı’nın insana tanıdığı ayrıcalıkların bilincine varamama ve onları yanlış kullanma, anlamına gelmez mi?
Oysa, Tanrı insanoğluna akıl ve sevgi gibi kutsal iki temel nimet vermiş. Bunları yeterince algılayıp-benimseyerek kişiliğimize sindirdiğimiz zaman çözemeyeceğimiz sorun, aşamayacağımız engel yok diye düşünüyorum.
Düşünmek, algılamak, yorumlamak, analizler yapmak ve sentezlere varmak çözümsüzlüğü çözen güç işte. Evrensel boyutlu bu değerleri, bireysel ya da toplumsal boyutta neden kullanamıyoruz? İşte sorun burada boy verip, gelişiyor. Bizi umutsuzluğa, karamsarlığa taşıyor. O zaman çözümsüzlük aşılması güç bir engel olup büyüyor-büyüyor, kafamızda… Kendimizi çıkmaz sokağın çıkmazına tutsak ediyoruz. Daha baştan yenilgiyi kabulleniyoruz, teslimiyetçi bir yaklaşımın içine itiliyoruz, daha da kötüsü kader kabul ediyoruz çözümsüzlüğü. Girişimsiz, atılımsız ve üretimsiz bir ortamın tutsağı olup çıkıyoruz.
Oysa yaşam atılım, devinim, üretim ve risktir. Kaplumbağa, kaplumbağa iken ancak başını çıkardığı zaman yürüyebilir. Tolstoy, “Unutma ki ağzında bal olan arının, kuyruğunda iğnesi vardır.” der.
Korku, tehlike var diye riski göze almazsak, bu kez de durağanlığın riskini taşımaz mıyız? Durağanlığın atılımsız, üretimsiz, heyecansız, mutsuz çıkmazında yaşama sevincimizi yitirmek yerine; atılımın, üretimin riskini, heyecanını, umudunu diri tutmak, geleceğe taşımak, daha iyi değil mi?
Her çözümsüzlüğün kesinlikle bir çözümü vardır: Elindekiyle yetinmemek olanakları kullanarak daha iyiye, güzele, yönelmek, aramak, bulmak, denemek, üretmek insanoğlunun bitip tükenmeyen etkinliği. Buna sahip olmak sonuna kadar kullanmak insan olarak donatılmanın bir gereği, sorumluluğu diye düşünmemek olası mı? Aksi, uygarlığı geliştirip bu günlere taşıyanlara saygısızlık olmaz mı?
Çözümsüzlüğe boyun eğip üretimsiz yaşamak insan onuruna ters düşmez mi? Bu çıkmazda nasıl iç erincini duyar, nasıl mutlu olabiliriz?
Her başarı, bir zoru yenmekten geçer, kuşkusuz. Kolaylık ne ki? Düşünceyi de gönlü de körleten bir çıkmaz. Oysa zoru yenmek düşünceyi de gönlü de geliştiren bir ivme. Öyle diyor, Ataç. Bir Demosthenes örneği var, çözümsüzlüğün çözümüne: Demosthenes, eski Yunan’da kekeme bir insan. İyi bir hatip olmak ister. Ancak o kekeme. Bu olumsuzluğa karşın, umutları hep diri. Sahile iner, çakıl taşlarını ağzına alıp, sahili döven dalgalara nutuk çeker. Yılmadan bu işi aylarca sürdürür. Sonunda kekemeliği yener, dili açılır. Artık o başarılı bir hatiptir. Konuşmalarıyla halkı peşinden sürükler. Sonunda Atina’nın en saygın kişileri arasında yer alır. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Nice dilsiz, âmâ ya da beden arızalı kişiler vardır. Çözümsüzlüklerine çözüm bulan, yaşamı güler yüzle karşılayan, çevreleriyle bölüşüp, mutlu olan, diğer organlarını geliştirerek, üreten, el açmayan, onurlu bir yaşam süren.
Oysa tüm organları sağlam olduğu halde, özgüvenlerini yitirmiş, çözümsüzlüğe boyun eğmiş, onu kader saymış, insanların sayısı hiç de az değildir.
Unutmayalım ki; çözümsüzlüğün alanı, koşulları ne olursa olsun, çözümü vardır. Aksi, insan doğasına aykırıdır. Ya da o doğaya yabancılıktır. Bunların, yukarıdaki örneklere bakmaları yeter, çözümsüzlüğe başkaldırmaları için, değil mi?