Dokunuş
Dostun acı sözü, baldır bilene
Dostluk, kuşanılan şaldır bilene
Ondan zarar hâsıl olası değil,
Her dem tutulası daldır bilene
A.S.D
Sosyal münâsebetler mantalitesinde; dost olmak ve dost kalmak kadar güzel bir şevk yoktur sanırım.
Kimi dostluklar vardır; buz üstüne yazı yazmak gibidir, gelip geçicidir.
Kimi dostluklar vardır; menfaate dayalı, çürük tespih ipliğine benzer ve hafif bir zorlamada kopar kendiliğinden.
Kimi dostluklar vardır; hasbîdir, ”Allah içindir” kadimdir, kalıcıdır. Öyle çabuk parlayan, çabuk sönen cinsten değildir. Tasada ve kıvançta, düşmede ve kalkmada, varlıkta ve yoklukta, kısaca; iyi ve kötü günde birlik olmayı, birlikte ağlamayı ve birlikte gülmeyi gerektiren dostluklar…
Gâliba bunlar biraz günümüzün ötesinde ve eskilerde kaldı. Bir bakıyorsun, iki kişi arasında sarsılmaz gözüken çelik gibi dostluklar; sudan bahanelerle yerini küslüğe, gevşekliğe ve karşılıklı unutmaya, unutulmaya bırakmıştır.
Hani o babalarımızın, dedelerimizin zamanındaki dostluklar? “Kardeş” gibi desem, kardeşlik ne ki? Bir asker arkadaşlığı, bir gurbet arkadaşlığı ve bir yol arkadaşlığı; ölünceye kadar hükmünü, hatırını sürdüren can bağına dayalı hasletler içeriyordu. Sadeydi, samimiydi, marazsızdı. Hatırlıyorum da, dedemin bir dostu geldiğinde; görülmedik bir tâzimle, sevinçle günlerce ağırlanır, yolcu edilirken de “hicran” yaşanırdı. Veya tekrar gelmesi dört gözle beklenirdi.
Şimdi böylesi “haslet”ler, siyah-beyaz fotoğraflar gibi, zihin çerçevemizde saklı vaziyette. Belki bizden birkaç kuşak sonra gelenler, böyle bir “nostalji”yi lüzumsuz addederek; o çerçeveyi oradan indireceklerdir.
Geçmiş yıllarda babadan ve anneden her iki dedem; çok samimi iki arkadaşmış. Babadan dedem, annemi istemeye gittiklerinde, öbür dedemi evde bulamamışlar. Yol ve yolculuk hayli yorucu, şimdiki şekliyle ulaşım ve iletişim vasıtaları yok. Bir daha gelmek ise şartlar muvacehesinde oldukça zor.
Babadan dedem, “bellik” denen o kız isteme veya nişanlama gereksinimi olan takıyı cebinden çıkartarak, kordela ile soba borusuna bağlıyor ve diyor ki: “Ben gelinliğime nişanımı taktım gidiyorum. Eve gelince arkadaşıma söyleyin, bu takıyı borudan çıkartıp, kızın boynuna taksın.”
Öbür dedem, annemle eve dönünce olayı anlatıyorlar. Arkadaşına duyduğu sadakat ve muhabbetten dolayı kordelayı soba borusundan çözerek annemin boynuna takıyor.
“Şimdi bu da olacak iş mi?” diyenler, çıkacaktır elbette. Lâkin o zamanın kız alıp vermedeki görücü usûlü ve konjonktürü dâhilinde, soba borusuna “bellik” bağlama esprisi; olsa olsa dostluğa dayalı bir vakıadır. Başka ne düşünülür ki?..
Bu cümleden neşet, çocukluğumuzda tanıklığımıza yönelik bir hadise anlatacağım:
Yine söz konusu dedemin, gümüş işlemeli küçük bir el sandığı vardı ve çok kıymetli eşyalarını onun içerisine koyardı. Mümkün mü ki ona kimse dokunsun! Gürleyerek ödümüzü koparırdı. Aynı zamanda kendisinin, komşu köyde oturan arkadaşının bizden bir hayli büyük olan oğlu, sıkça evimize gelir giderdi. Haşarıydı, ele avuca sığmazdı ve her şeyi devirir, dökerdi. Nihâyet dedemin gözü gibi koruduğu minyatür sandığını da yere çalıp kırmayı başarmıştı.
Ninem rahmetli; “Eyvah! Şimdi koca herif gelirse ben ne yaparım?!.” diye korkuyordu.
Dedem eve geldiğinde olay aktarıldı. Herkes, pür-dikkat göstereceği tepkiyi ölçmeye çalışırken o; “Allah vere de İbrahim’e acı bir laf söylemiş olmayasınız?!. Çünkü o, bana arkadaşımın emanetidir. Canı sağ olsun!” dedi.
Eğer, hâne halkından birimiz; bu suçu işlemiş olsaydık, yandığımızın resmiydi. İşte dostluğa verilen değer, dedemin davranışında şekilleniyordu!
Ve eski dostluklar böyleydi!