Cumartesi günü akşama ülkemizin en genç profesörlerinden ilki olan M.Kemal Öke ile bir söyleşi vardı. Kendisi Türkiye Gazetesindeki yazılarından da tanıyorum, o programda dünyevileşen insanların zaaflarını, mutsuzluğunu anlattı; şükrü bıraktığımızı, arzuları peşinde koşan insanlığın içinde bulunduğu mutsuzluğu dile getirdi. Anlattığına göre, iki taş arkadaş olmuşlar. Bunlar bir gün atlara yüklenip, cami yapımında kullanılmak üzere taşınmış. Birisi camide mihrap diğeri ise tuvalet taşı olarak kullanılmış. Mihrap taşı, insana özenerek keşke bende insan olsan namaz kılıp Rabbime secde etseydim derken, diğer taş “Haline şükür et ya benim gibi tuvalet taşı olsaydın!” deyince susuvermiş.
Burada doyumsuz insanlığın kendinden daha zor şartlarda olanların haline bakarak şükür etmemiz gerektiği vurgulanır.
Peki tersine yapsaydık, yani bizden daha zenginlere özenseydik ne olurdu? Acaba istemekle zengin olabilir miyiz? Zengin olsak mutla olur muyduk?
Bu sorunun cevabını elbette zenginler bilir. Ancak, benzer bir soruyu bir fabrika sahibi kardeşimize sordum. O da bana, yani memurluğu imrendiğini belirterek: “Keşke benimde beş bin lira maaşım olsaydı!” diyerek işçilerle, müfettişlerle, mahkemelerde yaşadıklarından örnekler verdi.
Halimize şükür edelim diyorum! Yani zenginlikte başlı başına bir imtihandır, bu da bilene.
ÇARPICI BİR BENZETME
Mesnevide harika hikayeler olduğunu yazmıştım. Yine bugün bunlardan birisini size kısaca anlatayım. “Adamın biri anasını öldürmüş. Mahalleli çok kızmış, yanına toplanıp gitmişler. En yaşlı adam: “Evladım niye böyle bir yanlış yaptın, insan anasını öldürür mü?” diye sormuş.
Katil adam: “Annem çok büyük günah işlemişti.” Diye cevap vermiş.
Yaşlı adam: “İyi de anneni öldüreceğine, annene kötülük yapanı öldürseydin ya!” diye sorusuna devam etmiş.
Katil adam: “Annem kötülüğü alışkanlık haline getirmişti! Herkesi öldüreceğime, annemi öldürerek sorunu kökünden çözdüm! Diye cevap vermiş.
Mevlâna bu hikâyede kötülük yapan anneyi, nefsimize benzetir ve der ki, “Nefsini öldüren bütün kötülüklerden kendisini korur!” der.
Evet, nefis yani kendi kendimiz aslında en büyük düşmanımızdır. Aynı zamanda terbiye edilmiş ise en büyük dostumuzdur. Burada nefsimizle mücadele ederken, ruhumuzu, gönlümüzü, kalbimizi mutlaka zikir, tefekkür ve ibadetlerle mutlaka güçlendirip ve günahlardan uzak durmamız gerekiyor.
DÜNYAYA AŞIRI KIYMET VERİYORUZ
Çoğumuz dünyaya aşırı kıymet veriyoruz. Oysa yine biliyoruz ki, dünya ölümlü ve bir gölgelikten ibaret. Oysa insana ölüm çok yakın. Öyleyse nefsimize her gün ölümü hatırlatmamız gerekiyor. Ama dünya denize öyle düşmüşüz ki, helal ve haramları hiç hesaba katmadan bir hayat yaşıyoruz.
Küçüklüğümde, kıyametin alametlerini okurken, orada tanımlanan hadiselerin olacağına pek inanmazdım. Nasıl inanayım ki, çocukluk işte (haşa) “Yerden biter gibi çok katlı binalar yapılacak” diyorlardı, benim çevremde ise en yüksek bina üç katlıydı. İnsan inanmak istemiyor tabi ki. Bugün kıyametin alametlerinden birçoğu da zuhur etmiş görünüyor. Belki ki kapıda. Zaten ölüm insanın kıyameti değil mi? Hangimiz üç beş dakika sonra ölmeyeceğimizden eminiz?
Sözümü Mevlâna ile başladık, yine onun bir sözü ile tamamlayalım: “Bütün alem hoşluğu ister; bu yüzden de ateş içindedirler. İhtiyar olsun, genç olsun herkes altın ister. Fakat herkesin götü kalp parayı altından fark edemez ki.
Halis altın, kalp akçaya bir ziya, bir parıltı vermiştir. Fakat ayar olmadıkça zan ile altın seç meye kalkışma. Ayarın varsa altın seç; yoksa yürü yürü, kendini bilen bir kişiye teslim et. Yahut da ruhundan mihenk olmalı. Bilmiyorsan yapayalnız yola düşüp ilerleme. Yolda gulyabaniler vardır…”
Eyvallah!
Galiba Mevlana’nın gulyabani diye tanımladığı o kötülüklerden uzak durmaktan başka çaremiz yok.
Peki kalın sağlıcakla.