Her şehrin bir ruhu vardır. Bu ruhu anlayan, yorumlayan, aktaran şüphesiz düşünce insanlarıdır. Düşünce, bir ‘anlam arayışı’ bir ‘varoluş kaygısı…’ Her düşünürün bir anlamsal varoluş kaygısı içerisinde olduğunu hatırlatmakla beraber, varlığın, hayatın ve insanın; hâsılı eşya ve hadisenin iç öznesi düşünceyle keşfedilir. Düşüncedir bizleri bilinmezliğin alanına sürükleyen. Sonra hissiyatımız kelimelere dönüşür, düşünce kendisini kelimelerle dışavurur. Büyük düşünce insanı Nurettin Topçu’ya göre, düşünce; ‘insanoğlunun eşya ile teması demektir…’ İnsanoğlunun eşya ile temasını sağlayan düşüncenin tarihi ise, Hilmi Ziya Ülken’e göre, medeniyet tarihinin en mühim kısmını teşkil eder. Bu sebepten düşünce insanını okumanın aslında medeniyet tarihi okumak demek olduğunu beş yıl kadar önce anlamıştım.
Mustafa Kök’e bu gerçek üzerinden yaklaştım. Fikirsel pırıltılarına dokundukça nispet merkezine daha bir yöneldim. Büyük muzdarip Nurettin Topçu’nun izinde, düşüncenin köklerine inen bir fikir insanı ile beraberdim. Bizlerin Hocası, büyüğü, had ve hudut çizgilerimizi hatırlatan… Ciddiyetiyle ‘düşüncenin haysiyetini’ her an koruyan, yarım oluş bildirici söz ve eylemlerden ziyade tefekkürün vakur tavrını ve ızdırap dolu halini vurgulayan…
Izdırap, insana asıl mevzuunu ve BEN sırrını hatırlatan merkezin adı. Şimdi bir düşünce insanı olan Nietzsche’nin feveran dolu ızdırap ifadelerini okuyalım:
“Önce kim olduğumu söylemeyi gerekli buluyorum… Aslında bilinmeliydi bu: Kimliğimi saklamış değilim çünkü. Ama görevlerimin büyüklüğü ile çağdaşlarımın küçüklüğü arasındaki nispetsizlik şuradan belli ki, beni anlamıyorlar bile!.. Ben kendime açtığım krediyle yaşıyorum; belki yaşadığım da bir peşin fikir sadece. Yaşadığıma kendimi inandırmak için, yazları köyüme gelen aydınlardan bir tekiyle konuşmam yeter. Bu şartlar altında, alışkanlıklarımı, içgüdülerimin gururunu aslında ayaklandıran bir görev düşüyor bana, şunu söylemek düşüyor: Dinleyin! Ben falancayım. Başkasıyla karıştırmayın beni herşeyden önce!”
Evet, ızdırap her düşünce insanının hafakanı. Ne diyordu Goethe: “Normal insanlar birkez büluğ ıstırabı çeker, fakat dehanın çocukları sık sık; çünkü her defasında gençleşirler!”
Mustafa Kök, tıpkı Hocası Topçu gibi ızdırap kavramını sevmek kavramıyla doğru orantılı anlar. Blonder’den naklen: “Bir şeyin ıztırabını duymayan onu ne tanır ne de sevebilir.” Mustafa Kök’e göre de ‘ızdırapsız ne bilim, ne de din olur…’
1946 yılında Elbistan’a doğan Mustafa Kök’ün aklını ‘fikir akrebi’ 15 yaşındayken ısırmaya başladıysa Hocamız yaklaşık 60 yıldır düşünüyor. 60 yıldır düşünme, insanın ufka düşmesi demektir. Ufka düşen insanın halini Necip Fazıl’dan dinleyelim: “Sokakta, arkamdan kaldırıp önümde yere bıraktığım ayağımın iki hareketi arasındaki zaman atomlarını birbirine bağlamayacak kadar yaman bir metafizik teri dökerken, ayağımın değdiği her noktada arzın kışrı çökecekmiş gibi korkunç bir istinatsızlık vehmi çekiyorum.”
Cins kafa muhakkak kurcalayacaktır. Her an arayacak, aradıkça arayacak, buldukça bulmadıklarını anlayıp, bilinmezi bilinir hale getirmenin yollarına başvuracaktır.
Mustafa Kök, kâinatı kucaklayan düşünce insanlarını fikir köprüsünü kurar.
Blonder’den Nurettin Topçu’ya, Bergson’dan Cemil Meriç’e kadar bütün düşünürlerin kaygısı, zamanın üzerine çıkabilmek, maddeyi ruhla anlayabilmek… Zamanın üzerine çıkmak… Çıkış eylemini zaman ve mekândan hareketle madde ve ruha izafe ederek… Zamanüstünü zamani bir kavram olan ‘süre’ ile yapabilmek, Mustafa Kök’ün ‘Mistik Dünya Görüşü ve Bergson’ ismiyle 2001 yılında yayınladığı harika eserden hareketle, Bergson’un ‘zamanüstü’ kavramını ‘süre’den irtibatlandırarak dinleyelim: Gözlerimizi kapayalım ve kendimizi musikiye bırakalım… Tek tek sesler, notalar, artık parçalanmayacaktır; artık dakika ve saniyeler yoktur, bir nota sonra gelen notanın içinde kaybolur ve deveran sürekli bir akış halini alır. Bu yaşayışta maddeyi yeniyoruz, mekânın sınırlarının üstüne çıkıyoruz ve içimizde sırf bir “süre”yi yaşıyoruz; bütün benliğimizle kendimizi bir işe verdiğimizde de aynı şeyi duyarız… Geçmiş sürekli olarak bugüne ve geleceğe doğru akıyor; böyle bir tam kendini verişte zaman ortadan kalkar ve “süre” başlar… Süreyi yaşayabilmemizin şartı hafızadır, Hafıza, zaman aralıklarını yener ve geçmiş şimdi olarak yeniden yaşanır… Hafızada zaman ve mekânı bırakıyoruz.”
Avrupalıların ‘possede’ diye bir tanımlamaları vardır.
Bu tabir, zapt ve istila olunmuş manasına gelir. Düşünce tarafından zapt altına alınma hali…
Tarihte düşünen her insan bir ‘possede’ dir; bu tabirin bizim terminolojideki mukabili belki de ‘divane…’ Deli Divane…
İç’ten sarmalanış, tutuluş, düşünsel yanış… Mustafa Kök gibi Hocalarımızın hali işte bu haldir.
Sözlerimi Kemal Tahir’in bir konuşmasından aldığım şu iktibasla bitirelim: “Gerçek kendisini zor teslim eder, çünkü canlıdır, değişkendir. Canlı ve değişken olduğu için de bir kere teslim alınınca sürgit elimizde kalmaz. Bu sebeple gerçekle girişilecek savaşın sonu yoktur. Bu savaşın zaferi sürekliliğindedir.”