“Söz ve anlamı, yani dimağında yer eden, her türlü bilgileri, insan karakterinin en büyük duygularını, bunları dinleyenleri veya okuyanları, çok ilgili kılacak görünüşte söylemek ve yazmak sanatı. Bunun içindir ki, edebiyat; ister nesir hâlinde olsun, ister nazım biçiminde olsun, tıpkı resim gibi, heykeltıraşlık gibi, özellikle musiki gibi, güzel sanatlardan sayıla gelmektedir.”
Kemal ATATÜRK
EDEBİYATIN TANIMI: Arapça kökenli “Edebiyat” kavramının tanımı ile ilgili olarak TDK Türkçe Sözlüğü’nde üç ayrı tanım bulunmaktadır:
1. Olay, düşünce, duygu ve imajların dil aracılığı ile biçimlendirilmesi sanatı, yazın, literatür: “Edebiyat hocası iken talebeme bu nesir sanatından bir defa bahsetmiştim.” Falih Rıfkı ATAY
2. Bir bilim kolunun türlü konuları üzerine yazılmış yazı ve eserlerin hepsi, literatür: “Hekimlik edebiyatı.”
3. İçten olmayan, gereksiz, boş sözler. Bir konu üzerinde gereksiz yere süslü sözler söylemek. "Edebiyat yapmak"
***
Yukarıdaki tanımlardan ilki, bizim esas olarak üzerinde duracağımız edebiyat tanımıdır. Diğerleri ise, daha çok toplumun, sonradan edebiyat tanımına yüklediği anlamları içermektedir. Bu doğrultuda biz, edebî, edebî eser ve edebiyatçı tanımlarının da anlamlarını vermek zorundayız:
Edep (edeb): Toplum töresine uygun davranma, incelik:
“Demokrasi demek edep demektir, büyüğe hürmet demektir, küçüğe haddini bilmek demektir.” Falih Rıfkı ATAY
“Olur şey mi bu, haydi edebinle çık git, çekil karşımdan!” Abdülhak Şinasi HİSAR
Edebî: Arapça “edeb” kelimesine mensubiyet eki (aitlik eki) “-î”nin getirilmesiyle türetilen bir kelimedir. Edebiyatla ilgili, edebiyata ilişkin anlamında kullanılmaktadır.
“Gazete idaresinde biriken edebî mecmuaların yapraklarını karıştırıyorum.” Ahmet Haşim
“Yeni Delhi’deki izlenimlerimin edebî olanlarını özetlemeye çalıştım.“ Haldun TANER
Edebî Eser: Edebiyat değeri olan eser.
Edebiyatçı:
- Edebiyatla uğraşan kimse.
- Edebiyat dersi okutan öğretmen.
- Edebî eser ortaya koyabilme, edebiyatla uğraşabilme bir sanat olarak algılanmalıdır. Çünkü edebiyat, güzel sanatların bir kolu, belki de birinci koludur.
“İnsana ait bir duyguyu, düşünceyi, hayali; ilişkilerde ortaya çıkan durumlar karşısındaki yorumları, tutumları, bir dilin imkânlarını en güzel şekilde kullanarak gerçekten olmuş gibi anlatma sanatına edebiyat sanatı diyoruz. Edebiyat kelimesi, hem edebî eserlerin, hem de araştırmaların dünyasını karşılıyor.” (Tural, 1993:11)
“Edebiyat ve edebiyatçı kavramlarını, dil aracılığıyla hoş, güzel ve ulvînin etrafındaki duygu, düşünce ve hayalleri anlatan özel bütünlükler ve bunları yaratan insanlar manasında kullanmalıyız. O zaman «edebiyat» kelimesi, hem kavram boyutları hem de terim yönü ile belirlenmiş bir kelime olur. Edebiyat bilimi ise, yaratıcılığı değil araştırıcılığı, değerlendiriciliği esas alan bir faaliyettir.” (Tural, 1993:12)
Herhangi bir eserin edebî değerde olup olmadığını ortaya koyabilmemiz için eserde bulunması gereken bazı özellikler vardır. Bu özellikleri, şu başlıklar altında toplamak mümkündür:
Her şeyden önce edebî eser, bütün toplumu, hattâ bütün insanlığı ilgilendirmelidir.
Öğretici (didaktik) amaçlı olmamalıdır. (Bu özellik doğrultusunda örneğin, ders kitaplarını edebî eser olarak kabul edemeyiz.)
Toplumların ortak zevklerinin ve genel düşünce anlayışlarının yansıtıcısı olmalıdır.
“Modern Edebiyat, genel olarak endişelerle dolu bir çağı, erdemi, büyük toplumsal değişimleri dile getirmektedir. Modern Edebiyattan beklenilen, ustalıklı biçimler içerisinde çağın sözcülüğünü etmektir.”
***
TÜRK EDEBİYATININ TARİHÎ DÖNEMLERİ
“Yeryüzünde büyük sanat ve edebiyat hareketleri yaratmış milletler içinde edebiyat tarihinin tetkiki, geniş zaman isteyen ve zor olan Türk Edebiyatı Tarihi’dir. Ufak bir dikkatle görülür ki, birçok milletlerin edebiyatları, umumiyetle tek bir vatanda ve son beş altı asır içinde meydana gelmiştir. Eski edebiyatlardan Yunan, Lâtin, Arap ve İran edebiyatları da ekseriya aynı vatanlarda eser vermiş yahut büyük edebî faaliyetleri belirli bir zaman içinde yaşayıp son bulmuş edebiyatlardır.
Türk Edebiyatı’nın ise, 27 asır sürmüş bir hayatı bilinmektedir. Bu edebiyat aynı zamanda, tek bir vatanda değil, başta Kore’ den Avrupa’ya kadar uzanan Orta Asya coğrafyası olmak üzere, Horasan, İran, Hindistan, Azerbaycan, Anadolu ve Balkanlar Türkiyesi, Mısır, Suriye, Irak vb. gibi coğrafyanın birçok bölgelerinde ayrı devletler kurmuş Türklerin değişik vatanlarında işlenmiştir.” (Banarlı, 1983:1)
Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı gibi Türk Edebiyatı, günümüzden en az 2500 yıl öncesine dayanan, çok değişik coğrafyalarda kendine özgü güzellik ve zenginliği ile biçimlenmiş bir edebiyattır. Her şeyden önce Türk Edebiyatı, tarihî seyri içinde birbirinden farklı zamanlarda ve farklı coğrafyalarda biçimlenmiş olmasına, kimi zaman yabancı milletlerin dil ve edebiyat kurallarının da etkisinde kalmasına ve farklı edebiyat anlayışlarını bünyesinde bulundurmasına rağmen bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Yani, Türk Edebiyatı; yaşanan çağlara ve bu çağlar içinde yansıttığı ana konulara göre alt dönemlere ayrılmaktadır. Fakat, bu ayrılıklar, Türk Edebiyatı’nın bir bütün hâlinde görülmesine engel olmamaktadır.
Biz bu incelememizde, bir bütün hâlinde algılanması gereken Türk Edebiyatı’nı, tarihî gelişiminde üç ana bölümde ve her bölümü de kendi içinde farklı kollara ayırarak ortaya koyacağız:
***
1. İSLAMİYET’TEN ÖNCEKİ TÜRK EDEBİYATI
(M.Ö. 5. YÜZYIL – M.S. 10. / 11. YÜZYIL)
10. ve 11. yüzyıllar, Türk milletinin sosyal, siyasal ve kültürel hayatında oldukça önemli yüzyıllardır. Çünkü, bu dönemde millet, yeni bir uygarlığın içinde kendini bulur. “BOZKIR” (Göçebe kültür = yarı göçebe kültür = atlı kültür) uygarlığından “SİTE” (Şehir kültürü = yerleşik hayat) uygarlığına geçiş dönemlerinin yaşandığı bu yüzyıllarda milletin hayatında önemli değişiklikler görülür.
Bu değişiklikler içinde dil ve edebiyat da bulunur. Bu nedenle, ilk yazılı belgelerin görüldüğü M.Ö. 5. yüzyıl ile M.S. 10. yüzyıl arasındaki dönemde oluşturulan edebiyat ürünlerinin içinde bulunduğu döneme “İslamiyet’ten Önceki Türk Edebiyatı” adı verilmektedir.
Türk Edebiyatı’nın ilk ana dönemi olarak kabul edilen bu yüzyıllarda oluşturulan edebî eserlerimizi, kendi arasında iki alt bölüme ayırmaktayız.
Bunlar:
- Sözlü edebiyat ürünleri.
- Yazılı edebiyat ürünleri.
Türk Edebiyatı, tarihin bilinen ilk dönemlerinden itibaren esas olarak sözlü edebiyata dayanmaktadır. Ağızdan ağza, nesilden nesle aktarılarak milletin hafızasında derin izler bırakan ilk edebiyat ürünlerinin başında koşuklar (koşmalar), sagular (ağıtlar), savlar (atasözleri) ve destanlar gelmektedir. Alper Tunga Sagusu, Oğuz Kağan Destanı, Göç Destanı, Ergenekon Destanı ve Şu Destanı bu dönemin en ünlü edebiyat ürünleridir. Bunların çoğu ise, millî ölçümüz (veznimiz) hece ile düzenlenmiş manzume eserlerdir. Düz yazı (nesir) hâlinde düzenlenmiş olanlarda bile manzume ahengini görmek mümkündür.
***
Yazılı edebiyat ürünleri ise üç ayrı dönem içinde ele alınmaktadır. Bunlar:
- Göktürk Dönemi : (Göktürk Anıtları = Orhun Abideleri)
- Uygur Dönemi : (Uygur Türkçesi ile yazılmış metinler)
- Karahanlı Dönemi : (Kutadgu Bilig, Divan-ı Lugat’it Türk, Atebetü’l Hakayık)
Göktürk Dönemi içinde ele alınması gereken en önemli yazılı eser Göktürk Anıtları’dır. Bu anıtlar, M.S. 8. yüzyılda bugünkü Moğolistan toprakları üzerinde bulunan Orhun vadisinde dikilmiş yüzlerce mezar taşlarıdır. Bunların içinde Bilge Kağan, Kültigin ve Tonyukuk adına dikilmiş olanları en önemlileridir. “TÜRK” adının geçtiği ilk ve olgunlaşmış yazılı belgelerdir. Bu mezar taşlarında, milletin sosyal, siyasal, ticarî ve kültürel hayatı ile ilgili önemli bilgiler yansımaktadır. Yazarı, Yolug Tigin’dir.
Uygur Dönemi’ndeki yazılı eserlerin büyük bir çoğunluğu Maniheizm dininin etkisiyle oluşturulmuş dinî metinlerdir. Bunların başında Altun Yaruk (Altın Işık), Sekiz Yükmek (Sekiz Yığın) ve Irk Bitig (Fal Kitabı) gelmektedir. Bu eserlerin tümü, Uygur Türkçesi ve Uygur alfabesi ile yazılmıştır.
Karahanlı Dönemi’nde yazılan eserlerin en önemli üçü ise şunlardır:
- Kutadgu Bilig (Saadet Bilgisi = Devlet Olma Bilgisi): 1069 yılında Yusuf Hac Hacip tarafından mesnevi tarzında yazılan, 6645 beyit meydana gelen manzume bir eserdir. Site uygarlığına (İslam uygarlığına) geçiş döneminde yazılan eserlerden biridir ve dil itibariyle eski Türkçe özellikleri içermektedir. Bu nedenle İslamiyet’ten Önceki Türk Edebiyatı’ nın eseri olarak kabul edilmektedir.
- Divan-ı Lugat’it Türk: Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılmıştır. Türkçe-Arapça sözlük çalışmasıdır. Araplara Türkçeyi öğretmek amacıyla kaleme alınmıştır. Bu nedenle Arapça olarak yazılmış olmasına rağmen 7500’den fazla Türkçe kelime mevcuttur. Sadece, 11. yüzyılda değil, sonraki yüzyıllar için de dil itibariyle önemini kaybetmeyen, değeri tartışılmaz bir eserdir.
- Atebetü’l - Hakayık (Hakikatlerin Eşiği): Kaşgar Türkçesi ile 12. yüzyılda Edip Ahmet tarafından yazılmıştır. Kutadgu Bilig gibi aruz vezniyle manzum olarak meydana getirilmiştir. Eserin bütünü 14 bölümdür ve 40 beyit ve 101 dörtlükten oluşmuştur. Sanat inceliklerinden yoksun olmasına mukabil, dönemin Türkçesini yansıtması yönüyle oldukça önemli bir eserdir. Dinî ve ahlâkî bilgi vermek amacıyla yazılmıştır.
***
2. İSLÂMÎ DÖNEM TÜRK EDEBİYATI
(10. / 11.YÜZYIL – 19. YÜZYIL)
Türklerin 10. yüzyıldan itibaren kitleler hâlinde yeni bir dini seçmesiyle birlikte (yeni uygarlık alanına girmesiyle) her alanda olduğu gibi dil ve edebiyat alanında da değişiklikler yaşanır. Özellikle dönemin aydınlarının, o günün ortamındaki genel anlayışla bilim dili Arapça ve edebiyat dili Farsçanın etkisinde kalması dil ve edebiyatımızın çehresinde önemli değişiklikler oluşturur. Şiirdeki millî ölçümüz “hece”, yerini Arapların şiir ölçüsü “aruz”a bırakır. Arap ve Fars edebiyatlarının nazım ölçüleri, nazım birimleri (beyit, murabba, müstezat, muhammes, müseddes vb.), kalıplaşmış sözleri (mazmunları) edebiyatımızda kendini gösterir.
Önceleri, taklit düzeyinde oluşturulan edebî eserler, özellikle 16. Yüzyıldan sonra (Fuzuli, Baki ve Nedim ile) kendi kişisel kimliğine kavuşur. Bu yüzyıldan sonra, Arap ve Fars şiirlerinden biçim, içerik ve sanat yönünden daha güçlü Türk şiirleri yazılır.
Arap ve Fars edebiyatları tarzında, özellikle saray ve büyük şehir çevresinde oluşturulan edebî eserler, “DİVAN” tarzı edebî eserler olarak kabul edilir. Arapça ve Farsça; bilim adamlarının, sanatkârların ve saray çevresinde yaşayan insanların dilinde etkin olur. Böylece, aydınlara özgü olarak Türkçe, Arapça ve Farsçanın birlikte yer aldığı kültür dili olan “Osmanlıca” ortaya çıkar. Divan Edebiyatı’nın nazım ve nesir türündeki eserleri, esas olarak bu dille meydana getirilir. Ayrıca, 20. yüzyılın başlarına kadar etkinliğini koruyabilmiş bu edebiyatta daha çok soyut konular (aşk, sevgili, şarap, din, ölüm vb.) işlenir.
Yukarıda özellikleri verilen edebî eserler, genel olarak “Divan Edebiyatı” adı altında toplanmaktadır. Bu edebiyat, her ne kadar dil, biçim ve içerik yönünden yabancı edebiyatların etkisinde kalmışsa da zamanla kendi millî kimliğini ortaya koyarak Türk Edebiyatı’nın zengin ve geniş bir dönemini içine almıştır.
Divan Edebiyatı’nın kültür dili Osmanlıca ile yansıtılmasına mukabil, milletin kendi diliyle (yaşayan, anlaşılan Türkçe) oluşturduğu “Halk Edebiyatı” ise ara vermeksizin devam eder. Eski Türk şiiri koşukların yerini koşmalar, semailer, varsağılar; saguların yerini halk ağıtları; savların yerini ise atasözleri alır.
13. yüzyılda yaşayan ünlü halk ozanı Yunus Emre, bu tarzın en önemli temsilcisidir. Ayrıca, Kaygusuz Abdal, Hacı Bayramı Veli, sonraki yüzyıllarda Edirneli Nazmi, Erzurumlu Emrah, Tokatlı Nuri ve nihayet Cumhuriyet Dönemi’nin halk âşığı Âşık Veysel; kökü 2500 yıl öncesine giden Türk halk şiirinin güçlü temsilcileridir. Eski Türk kültüründe önemli etkinlikleri bulunan ozan, şaman, baksı geleneğini sürdüren bu halk âşıkları, değişen zaman ve şartlar içinde kendilerini daima kabul ettirmiş, bilge insanlar olarak milletinin gönlünde derin izler bırakmış halk kahramanlarıdır. Onları kahraman yapan en önemli özellik ise, milletin diliyle seslenmeleri, milletin gözü ve gönlü olmalarıdır.
Halk şiirinin zenginliğinden söz ederken Anonim Halk Edebiyatı ürünlerini saymadan geçmek doğru olmaz. Sahibi belli olmayan, milletin ortak ürünlerinden kabul edilen atasözleri, bilmeceler, halk türküleri, halk hikâyeleri de Türk Halk Edebiyatı’nın zenginlikleri arasındadır.
Bunların başında, olayları 10. - 11. yüzyılda geçen, fakat yazıya 14. - 15. yüzyılda aktarılan Dede Korkut Hikâyeleri’ni saymak gerekir. Eski uygarlıktan yeni uygarlığa geçiş döneminde yazılan yarı nesir, yarı manzum bu destan türü halk hikâyeleri, dil ve edebiyat yönünden değer biçilemez düzeydedir. Ayrıca, Battal Gazi Destanı, Köroğlu Destanı ve Nasrettin Hoca Fıkraları gibi pek çok halk ürününü de Halk Edebiyatı içinde ele almak ayrı bir gerekliliktir.
***
3. BATI ETKİSİNDEKİ TÜRK EDEBİYATI
(19. YÜZYIL [1860] - ... )
19. yüzyıl, Türklerin yeni bir uygarlıkla tanıştığı yüzyıldır. 18. yüzyılda aydınlanma dönemini yaşayan, nihayet 19. yüzyılda sanayi devrimini gerçekleştiren Batı ülkelerinin bilim ve teknolojideki gelişmelerine paralel, Türk ülkesinde bilimsel gelişmelerin yaşanmaması; sosyal, siyasal ve ekonomik krizlerin artması aydınların telaşa düşmesine neden olur.
Gerileme ve bozulma karşısında çıkış ve kurtuluş çareleri arayan yöneticiler, Avrupa’ya öğrenci göndermeye başlar. Buna ek olarak Avrupa’nın başlıca şehirlerine (Londra, Paris, Viyana vb.) büyükelçiler atanır. Bu büyükelçiler, bulundukları şehirlerde Avrupa insanının hayatını, edebiyatını, siyasetini ve kültürünü yakından gözlem yapma fırsatını elde ederler. Ayrıca, anılarını ve gözlemlerini “Sefaretnâme” adındaki kitaplarda toplarlar. Bu kitaplar, İstanbul başta olmak üzere, Türk ülkesinin kültür ve sanat merkezleri olan şehirlerde elden ele dolaşmaya başlar. Daha çok Avrupa hayat tarzı, sanatı ve edebiyatının yüceltildiği bu kitaplar aracılığı ile Türk aydınlarında Avrupa hayranlığı kendini göstermeye başlar.
9, 10 yüzyıl önce Arap ve Fars aydınlarının etkisi altında kalan Türk aydınları, bu kez de Batı aydınlarının etkisi altına girmeye başlar. Bir zamanlar Arapça ve Farsça yazmaktan kendilerini kurtaramayanlar, 19. yüzyılda da Fransızca ve Almanca yazmaktan kendilerini kurtaramazlar. Türk aydının yanılgısı, dokuz yüz yıl sonra tekrar görünmeye başlar. Bu sefer gözler Batı’dadır. Artık Fransızca konuşmak “ilericilik” kabul edilmektedir. Fransız hayat tarzını benimse “çağdaşlık” olarak değerlendirilmektedir. Türk ülkesinin sosyal, siyasal ve kültürel sorunlarının çözümü, sadece Batı’ya daha çok yaklaşmakta aranmaktadır. Ama, bu yaklaşma bilim ve teknolojide değildir. Edebiyat, sanat ve ahlâk tarzındadır.
Türk aydını ve ülkesi, 10. ve 11. yüzyıllarda olduğu gibi yeniden bir geçiş döneminde, artısıyla eksisiyle yeni bir uygarlığın içindedir. Ne yapıp edip bu yeni uygarlığın da her alanda temsilcisi olmalıdır. Türk aydınındaki genel yargı, budur.
Ülkenin ve milletin geçirdiği aşamaların, sosyal, siyasal, kültürel değişikliklerin ve arayışların bir yansıması bulunan edebiyat; yukarıdaki değişmelerden habersiz olamaz. Nitekim, 19. yüzyıldan sonra dil ve edebiyatın çehresi de değişmeye başlar. Batı ülkelerindeki gibi gazeteler yayımlanmaya, makale türünde yazılar yazılmaya başlar. Ayrıca, Türk edebiyatı, ilk defa Batılı tarzda “roman”, “hikâye”, “tiyatro” ile tanışır. Artık, geleneksel Türk tiyatrosu yerini, Batılı anlamdaki trajedilere, dramlara, müzikli tiyatrolara bırakmaktadır. Karagöz ve Hacivat, Meddahlık geleneği, ramazan gecelerinin özel misafiri durumundadır.
19. yüzyılın sonlarından itibaren sosyal ve siyasal değişmelere uygun olarak edebî topluluklar görülmeğe başlar. Şinasi ve Agâh Efendi’nin 1860 yılında çıkardığı ilk özel gazete “Tercüman-ı Ahval” ile Tanzimat Edebiyatı da başlar. Bu dönemin aydınları, şiirde biçim yönünden eski tarzı bırakmamakla birlikte içerik yönünden değişiklikler ortaya koyarlar. Artık, devlet büyükleri ve sanatkârlar değil, özgürlük gibi soyut kavramlar övülmeye başlar. (Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi.) Nesir ürünlerinin dili (roman, hikâye, tiyatro vb.), daha sade ve anlaşılır bir boyut kazanır.
1896 yılında ortaya çıkan Servet-i Fünûn topluluğu ise, özellikle şiirde sade ve anlaşılır dilden uzaklaşır. Fakat, Tanzimatçılar’dan daha başarılı Batı tarzında romanlar yazılmaya başlar. (Halit Ziya UŞAKLIGİL: “Aşk-ı Memnu”, “Kırık Hayatlar”, “Mai ve Siyah”; Mehmet Rauf: “Eylül” gibi.) Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin ise, bu döneme şiir alanında damgasını vurabilmiş iki önemli sanatçıdır. Şiirde “pitoreks” (resim yapma) akımın görülmesi de bu döneme rastlar.
Edebiyatımızın çehresinde çok önemli bir yeri bulunmamakla birlikte, etkileri sonraki dönemlerde daha çok görülen bir grup edebiyatçının oluşturduğu Fecr-i Ati Edebiyatı da Batı etkisindeki Türk Edebiyatı’nın bir alt bölümü olarak değerlendirilir.
Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp ve Ali Canip YÖNTEM’in Selanik’te birlikte çıkardıkları “Genç Kalemler” dergisi ise edebiyatımızda millîleşme akımlarını başlatır. Siyasî boyutunu Ziya Gökalp’in, dil ve edebiyat boyutunu ise daha çok Ömer Seyfettin’in temsil ettiği bu hareket, genel Türk Edebiyatı içinde Millî Edebiyat Dönemi olarak kendini gösterir. Bu harekete, sonraki yıllarda Halide Edip ADIVAR, Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU gibi ünlü romancılar da katılır.
Ele aldığı konu itibariyle “Savaş ve Askerlik Edebiyatı” da, daha çok roman ve hikâyelerimizde yansır. (Halide Edip: “Ateşten Gömlek”, “Vurun Kahpeye”; Yakup Kadri: “Yaban”, “Ankara”; Reşat Nuri: “Yeşil Gece”; Aka Gündüz: “Dikmen Yıldızı”; Tarık Buğra: “Küçük Ağa”; Kemal Tahir: “Yorgun Savaşçı”; Burhan Cahit: "Cephe Gerisi", "İhtiyat Zabiti", "Yüzbaşı Celâl"; Esat Mahmut: "Allahaısmarladık"; Mahmut Atilla: "Silâh Arkadaşları"; İskender Fahrettin: "Lawrens İstanbul’da", "Harp Zengininin Kızı"; Kâmil Yazgıç: "Türk Yıldızı Emine" vb.)
Cumhuriyet’in ilânı, özellikle Atatürk’ün dil ve edebiyat alanına önem vermesi ile birlikte edebî eserler, doğu ve batı dillerinin etkisinden kurtulmayı başarır. Beş Hececiler ve Yedi Meşaleciler adı ile bilinen edebî topluluklar, öncelikle halk tarzını şiirlerinde yeni bir anlayışla yorumlarlar.
1930’lu yıllarda Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU ve Vedat Nedim TÖR’ün önderliğindeki KADRO Hareketi’nin yayımladığı KADRO dergisi, yayın dünyasına canlılık getirir. Bu dergi, dil ve edebiyat yorumlarıyla birlikte sosyal ve siyasal değişmelere ve olaylara da sayfalarında yer ayırarak edebiyata ve sosyal hayata da canlılık katar. Sonraki dönemlerde de bu gelenek devam eder, edebî topluluklar, kendilerine birer dergi bulur ve bu dergilerin çevresinde sanat ve edebiyatla ilgili düşüncelerini yansıtırlar. “Hisarcılar”, buna bir örnektir.
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı içinde göz ardı edilmeyecek bir diğer topluluk ise Orhan Veli KANIK’ın öncülük ettiği “Gârip Şiir Akımı”dır. Şiirde, serbest nazmın en güzel örneklerinin verildiği dönem, bu dönemdir.
Özellikle 1950’li yıllardan sonra gerek nazım, gerekse nesir alanlarında edebiyatçılarımızın önemli bir bölümünde ideolojik endişelerin ön plânda tutulduğunu söylemek de yanlış bir teşhis olmayacaktır. Dünyada gelişen siyasal hareketlerle doğru orantılı olarak ülkemizde de şair ve yazarlarımızın, popüler olma hevesi içinde klâsiklikten uzaklaştıkları gözlemlenir. Bu durum da, meydana getirilen eserlerin “edebî eser” olma özelliğini çoğu zaman ortadan kaldırır ya da en azından eserlere şüphe ile yaklaşılmasına neden olur.
Bütün olumsuzluklara rağmen, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, köklü ve zengin birikimi sayesinde son 50 yılında şiir, roman, hikâye, tiyatro ve gazete yazılarıyla edebî değeri yüksek ürünler vermekten de geri durmaz.
Son dönem içinde çeşitli alanlarda ürünler veren sanatçılarımdan bazıları şunlardır:
Şiir: Yahya Kemal BEYATLI, Faruk Nafiz ÇAMLIBEL, Fazıl Hüsnü DAĞLARCA, Cahit Sıtkı TARANCI, Ahmet Muhip DRANAS, Ahmet Kutsi TECER, Orhan Veli KANIK, Bedri Rahmi EYÜPOĞLU, Arif Nihat ASYA, Oktay Rıfat, Cahit KÜLEBİ, Behçet NECATİGİL, Zeki Ömer DEFNE, İlhan GEÇER, Mehmet ÇINARLI, Yavuz Bülent BAKİLER, Göktürk Mehmet UYTUN vb.
Roman: Ahmet Hamdi TANPINAR (şiir, roman ve hikâye), Abdülhak Şinasi HİSAR, Tarık BUĞRA, Peyami SAFA, Cengiz DAĞCI, Samiha AYVERDİ, Kemal TAHİR, M. Necati SEPETÇİOĞLU (tarihî roman), Oğuz ÖZDEŞ, Orhan PAMUK vb.
Hikâye: Sait Faik ABASIYANIK, Memduh Şevket ESENDAL, Samet AĞAOĞLU, Haldun TANER, Sevinç ÇOKUM vb.
***
ATATÜRK’ün edebiyatla ilgili şu düşünceleriyle yazımıza son verelim:
“Beşeriyette en olumlu bilim, en ince teknik temellerine dayanan hayatla, kanla karşılaşmak kendileri için mukadder olan askerlik gibi yüksek bir ideal meslek bile kendini içinde bulunduğu topluma anlatabilmek için uyandırıcı, amaçlandırıcı, yürütücü ve sonunda fedakâr ve kahraman yapıcı vasıtayı edebiyatla bulur.
Böylelikle, edebiyatın her insan toplumu ve bu toplumun hâl ve geleceğini koruyan, koruyacak olan, her teşekkül için, en esaslı eğitim vasıtalarından biri olduğu kolaylıkla anlaşılır.”