Tarih biliminin amacını ve işini oluşturan “geçmişin anlaşılması”, bugünün ve geleceğin de daha iyi anlaşılmasını sağlar. Tarihsel süreç süreklidir; bugünün geleceğe nasıl yansıyabileceğini bilemezsek, geçmişin bugüne nasıl dönüştüğünü hiç anlayamayız. ( Edward Halt Carr)
Tarihin binlerce yıl derinliklerinde insanoğlu bireysel bir kimlik kazandıktan sonra, topluluklar halinde verimli bölgelere ve canlılığın temel kaynağı olan önemli nehir kıyılarına yerleştiler. Bunlar, Orta Doğu’da Mezopotamya (Fırat – Dicle nehirleri), Afrika’da Mısır (Nil nehri), Asya’da Pakistan-Hindistan(İndus nehri), Çin (Sarı Nehir diğer adıyla Sarı Irmak), yazının icadıyla birlikte bilinen kayıtlara göre yaklaşık olarak M.Ö. 4000 dolaylarında, zamanla bu ünlü nehirler etrafında devlet diyebileceğimiz uygarlıklar boy gösterdi. Bu uygarlıklar içerisinde en önemlisini Fırat ve Dicle nehirleri arasında kurulan Mezopotamya uygarlığı oluşturmaktadır. İşte tarihçilerde ilk uygarlıkların adresi olarak Anadolu yarımadası ve Mezopotamya'yı işaret etmektedirler.
Anadolu, eski çağlardan beri, doğu ve batı arasında coğrafi, tarihi, dini ve kültürel köprü rolünü en yoğun olarak gerçekleştirmiş ve günümüze kadar sayısız kavim ve medeniyetlerin geçiş sahası olmuştur. Ayrıca bu medeniyetlerin gelişme ve yeşermesine de imkân sağlamıştır. Anadolu, tarih boyunca bizlere sosyo-ekonomik ve kültürel çeşitliliği sunmuş ve medeniyetlerin kalıcı izlerini de bünyesinde saklayarak günümüz insanı ile buluşmasını sağlamıştır.
Anadolu’da pek çok devlet ve medeniyet kurulmuştur. Güçlü olan zayıf olanı tarih sahnesinden silmiş ve bu yüzdendir ki Anadolu defalarca el değiştirmiştir. Medeniyetlerde canlı organizmalar gibidir. Doğar, büyür ve ölür. Elbistan tarihi bu olayın canlı tanığıdır. Çünkü Elbistan’ın bilinen binlerce yıllık tarihi pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Tarih öncesi çağlarda ilkel ve avcı toplumların yerleşme yeri olan Elbistan coğrafyasının bilinen tarihi on bin yıl öncesine gitmektedir. Bölgede tarih öncesi devirlere ait pek çok yerleşim izleri bulunmaktadır. Mağara ve höyük olarak adlandırılan bu yerleşim yerlerinden çok sayıda çevreye serpilmiş halde bulunmaktadır. Bu mağara ve höyükler günümüz dünyası ile buluşmak için arkeologları dört gözle adeta beklemektedirler. Anadolu’da devletlerin oluşmadığı dönemde bazı toplumların Elbistan ve çevresinde yaşadığı tespit edilmiştir. Anadolu’nun bilinen ilk devleti olan Hitit İmparatorluğu zamanında Elbistan ilk yerleşim yerlerinden biri olarak ortaya çıkmıştır. Şehir kimin tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, Hititler döneminde kurulmuş olabilir. Çünkü kentin adına Hitit kayıtlarında rastlıyoruz.
Anadolu’nun en eski kentlerinden birisi olan ve yaklaşık onbin yıllık geçmişi olan Elbistan, Kahramanmaraş ilinin kuzeydoğusunda yer alan ve Doğu Anadolu Bölgesinin batı ucunda, Akdeniz Bölgesi'nin doğu sınırı yakınında, yüksek dağlarla kuşatılmış, Ceyhan nehrinin başlıca kollarının birleştiği aynı adı taşıyan ovanın güney kenarında, Şar-Dağ'nın (2300) kuzey doğu eteklerinde kurulmuştur. Deniz seviyesinden ortalama yüksekliği (1115 m.) olan Elbistan Ovası, çok verimli bir arazi yapısına sahiptir, bu nedenle tarihin ilk çağlarından beri birçok kavimlerin yerleşme merkezi olmuştur. Bu kadar verimli bir sahanın üstünde olmasından dolayı da orduların sık sık karşılaştığı birçok savaşlara da alan olmuştur.
Ovanın her karesi buram buram tarih kokmaktadır. Elbistan tarihi, Anadolu tarihinin vitrini olmaya adaydır. Çünkü Anadolu'nun bünyesinde 30’dan fazla farklı uygarlıklar kurulmuş olup; bu uygarlıkları teşkil eden milletler, ya burada medeniyetler oluşturmuşlar ya da bu güzergâhı kullanarak, Orta ve Batı Anadolu'ya yönelmişlerdir. Bu da şunu göstermektedir ki Elbistan tarihi yollar üzerinde olması nedeniyle stratejik konumu önemlidir Bu yüzden de toplumların mücadele alanı olmuştur ve bu nedenle çeşitli medeniyetler buralarda kalıcı vesikalar bırakmışlardır.
Elbistan tarihinin vesikaları olarak açığa çıkartılmasında ki ilk ciddi çalışma Türk Dil Tarih Kurumu tarafından 1947 yılında başlatılan Karahöyük Hafriyatıdır. Bu kazı Arkeolog Profesör Tahsin Özgüç, Prof. Dr. Nimet Özgüç ve arkadaşlarının yaptığı kazılardır. Bu çalışmalar “Karahöyük Hafriyatı Raporu” adlı eserde yayınlanmıştır. Buradan çıkarılan tarihi eserler, Ankara Etnografya Müzesi Etimoloji Bölümü'ndedir.
Ancak çok az araştırılmış olmasına rağmen Elbistan Ovası’nda ki Karahöyük kazısında çok ilgi çekici arkeolojik buluntular ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlileri olan muhteşem Luvi resim yazısı / Hitit hiyeroglifleriyle yazılmış taş stel gün ışığına kavuşmuş ve hemen yayımlanmasıyla, arkeoloji ve filoloji uzmanlarına Anadolu tarihi açısından çok önemli bir belge sunulmuştur. Bugün hâlâ filologlar bu stel üzerinde çalışmakta ve yeni görüşler, varsayımlar dile getirmektedir. Bu çalışmalar sonucunda Elbistan’da filizlenen medeniyetler şöyle sıralanmaktadır: Luviler, Hattiler, Hititler, Asurlar, Frikyalılar, Lidyalılar, Medler, Persler, Kapadokyalılar, Makedonyalılar, Komagenler, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Türkler, Memluklular, Moğollar, Selçuklular, Dulkadırlılar, Osmanlılar. Elbistan'ı ilk çağlar itibarıyla tanıtan Alman Hititolog Profesör Hans Gustav Güterbock (d.27 Mayıs 1908 – ö.29 Mart 2000 Chicago) Alman asıllı ABD'li Arkeolog Hitit uygarlığı konusunda önde gelen uzmanlardan biridir. Hitit hiyeroglif yazısının okunmasına öncülük etmiş ve bir süre Boğazköy kazılarının başkanlığını yapmıştır.)
Chicago Üniversitesi’nden Ordinaryüs Profesör Alman Arkeolog Hans Hennıng Von Der Osten, Batılıların başta Hititler olmak üzere kadim Anadolu medeniyetlerine Osmanlı döneminde başlayan ilgileri Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Chicago Üniversitesi bünyesinde, Rockefeller ailesinin finansmanıyla, 1919 yılında kurulan Şark Enstitüsü’nde görevli Alman Arkeolog Hans Henning Von Der Osten, Cumhuriyet döneminde Anadolu medeniyetlerine yönelik en önemli araştırmaları yapan bilim adamlarından birisi. 1927-1932 yılları arasında Alişar Höyük (Yozgat) kazısını yönettiği dönemde, fırsat buldukça Anadolu’nun diğer bölgelerine araçla geziler düzenlemiş. Bu seyahatlerde kendinden önceki oryantalistlerin eserlerinden faydalanarak oluşturduğu güzergahları takip ederek arkeolojik kalıntıların izlerini sürmüş. Gezdiği yerlerin tarihi, coğrafi, toplumsal ve etnoğrafik özelliklerini uzun uzun anlatmış, çok kıymetli yüzlerce fotoğraf çekmiştir. Von der Osten, Anadolu gezilerine ilişkin anlatım ve fotoğraflarını, “Küçük Asya’da Hitit Keşifleri” adında bir dizi kitapta yayınlamıştır. 1929 yılında Maraş, Elbistan ve Pazarcık’tan da geçen Von der Osten şehrimize dair izlenimlerine ve fotoğraflarına serinin 1930 yılında yayımlanan ciltinde yer vermiştir. (Osten ile igili bilgiler Maraş Avucumda sitesinden faydalanılmıştır.)
Orta, yeni ve son çağları bütün ayrıntılarıyla tanıtan Ordinaryüs Profesör Mükrimin Halil Yinanç'tır. Bunun yanı sırada yaptığı kazılarla tarihi belgeleyen Arkeolog Profesör Tahsin Özgüç ve ekibidir. Daha sonraları şehrimize gelen şehircilik uzmanı Alman Arhart ve Osmanlı Tarihi Profesörü Franz Babinger (15.01.1891–23.06.1967), Fransız Profesör Karelli ayrıca İsveçli Profesör Kaner, gibi uluslararası tarih profesörleri gelerek Elbistan Ovasında, bizzat yerinde incelemelerde bulunmuşlardır.
Ayrıca Elbistan Tarihine farklı ölçeklerde de olsa eser verecek notlar alarak ışık tutan ve onun aydınlanmasına çalışan Elbistanlılardan Hasan Reşit Tankut,( (d. 1891, Elbistan - ö. 18 Şubat 1980), Türk tarihçi ve siyasetçi. Şam İdadisini ve Mülkiye Mektebi'ni 1913 yılında bitirdikten sonra, Sivas İli Maiyet Memurluğu, Sivas İli İlkokullar Müfettişliği, Niksar, Artova ve Erbaa Kaymakamlıkları, İstanbul Polis Müdürlüğü ) Öğretmen Beşir Beyreli, yine almış olduğu notlarla bölge tarihine rehber olan, Elbistan Bölge İlköğretim Müfettişi olarak (1944-1960) yılları arasında görev yapan Eğitimci Osman Necati Erğinöz, günümüzde ki araştırmacı yazarlardan olan Eğitimci Arif Bilgin, Eğitimci Ömer Kaya, bilgilerini yerel basına taşıyarak bölge insanı ile paylaştılar. Bu kişilerin dünün tarihsel zenginliğinin günümüze ulaşmasında çok ciddi katkıları olmuştur. Bende geçmişten bugüne kadar uzanan bu bilgileri harmanlayarak meraklısına sunuyorum.
COĞRAFYA TARİHİN SAHNESİ: tarihsel olaylar, coğrafyanın oluşturduğu sahnede geçer. Bu nedenle bir ülkenin tarihi, o ülkenin coğrafi konumundan etkilenir. Tarihi, bir tiyatro oyunu gibi kabul edersek, coğrafya bunun oynadığı sahnedir.
Bir tiyatro sahnesinin boyutları, ışık ve ses düzeni, oyunu nasıl olumlu ya da olumsuz biçimde etkilerse, coğrafya da tarihsel olayların akışını o derece etkiler. Tarih biliminin cevabını aradığı başlıca sorulardan ikisi, gazetecilikte ki gibi “nerede” “ne zaman” dır.
Bunlardan birincisi hep bir coğrafya ya bağlıdır ve coğrafya engebeleri, denizleri, akarsuları ile ülkeyle diğer bölgeler arasında ya kolay bir ulaşım sağlar ya da tersine onu engeller. Üç kıtanın birleşme noktasında ve Eskiçağ dünyasının merkezinde yer alan Anadolu, Asya’nın kitlesel yarımadasıdır. Ancak Avrupa kıtasına o kadar sokulmuştur ki, Batı Anadolu’nun kentleri Orta Avrupa’ya, bazı Doğu Avrupa ülkelerinden daha yakındır. Anadolu’nun kuzey ve güney kıyılarında parelel uzanan dağ sıraları arasında ki çöküntüler doğal yolları oluşturarak doğu-batı arasında ki ulaşımı sağlar. Bu yarımada, Doğu Akdeniz ile Karadeniz bölgelerini birbirinden ayırıyorsa da, İstanbul ve Çanakale boğazları iki bölge arasında deniz ulaşımına imkan verir. Kızılırmak ve Göksu nehirlerinin vadileri ise, karayolu ile kıyı şeritlerini iç kesimlere ve dolasıyla da bu bölgeleri birbirine bağlar. Batı da Ege Denizi, Anadolu ile Batı dünyası arasında ki bir engel olmaktan çok, iki coğrafyayı birbirine bağlayan bir özellik taşır. Yüzlerce ada ve kayalık Yunanistan ile Anadolu arasında en ilkel deniz araçları ile dahi genellikle güvenli bağlantıyı mümkün kılar.
Yarımadanın güneydoğusu ucu, Toroslar’ın ötesinde Suriye Çölü’nün kuzeyi ve Yukarı Mezopotamya Ovası’na açılır. Doğudan ise kolay yollar değilse de dağ geçitleri İran’a ve oradan da Asya içlerine bağlanır. Anadolu’nun bir geçiş bölgesinin tüm özelliklerini yansıtır; iklimde ki bölgeler arası farklılık, bitki örtüsünün zenginliği, doğal ve tarım ürünlerinin çeşitliliği de buna bağlıdır. Bu şartlar, Anadolu toprakları üzerinde yeşeren tüm kültürleri derinden etkilemiştir ve Hitit Uygarlığı’nda bu etkiler en çarpıcı biçimiyle gözlenir.