Aynı dünya devletleri ve şehirlerarasında ki soğuk savaşın başka politik boyutudur. Futbolun, bizim ülkemizde ki tarihi serüvenini okuyarak birlikte inceleyelim.
Türkiye’de Futbol Gayr Müslimlerin hediyesi
Aslında Türklere futbolu sevdirenler Osmanlı Devleti’nin tebaası olan Yahudiler, Rumlar, Ermeniler ve Levantenlerdi. Osmanlı ülkesindeki ilk futbol karşılaşması, 1875’te Selanik’te, 1880’lerde İzmir’de, 1890’larda ise İstanbul’da yapıldı. Bu işin öncüsü olanlar, tütün ve pamuk ticaretiyle uğraşan İngiliz aileler ile yanlarında çalışanlardı. Onların yaptıkları ilk maçları, İzmir-İstanbul’un Rum-Ermeni-İngiliz karmalarının maçları, bunları da Kadıköylü Rumlarla Ermenilerin rekabeti izledi. Müslüman-Türk gençleri ise yabancıların bu eğlenceli yaşamını gıptayla izlemekle yetindiler; çünkü hem Sultan II. Abdülhamit futbolu ‘haram’ sayıyordu, hem de muhafazakâr halk bu tür etkinliklere ‘gavur işi’ diye bakıyordu. Bu bakışın temelinde, Kuran’ın insanoğlunun bütün eğlencelerini yasaklarken sadece Tirmizî’nin sahih olduğunu söylediği bir hadiste “Atıcılık, at terbiyesi ve eş ile oynaşma dışında her oyun batıldır” denmesi yatıyordu.
Padişah II.Abdülhamid’in gazabından kurtulmak için, 1901’de ilk futbol kulüplerini ‘Black Stockings’ (Siyah Çoraplar) adıyla kuran Müslüman-Türkler, daha ilk maçlarında Rumlara karşı 4-1 yenik iken, ünlü jurnalci başı Ali Şamil ve adamlarına yakalandılar. Maçta Türk tarafının tek golünü atan Fuad Hüsnü Bey, maçı izlemeye gelen babası Hüseyin Hüsnü Paşa’nın faytonuna atlayarak kaçabilmiş, yakalanan diğer kurucu Reşat Danyal Bey, mensubu olduğu Hariciye Nezareti tarafından ceza olarak Tahran Sefareti’ne sürülmüştü. Fuad Hüsnü Bey de sonra yakalanarak Divan-ı Harb’e verilecekti. Hüsnü Bey zorla da olsa paçayı ihtarla kurtardı ama bir daha da ‘Black Stockings’ adını duyan olmadı.
1903’te 26 Müslüman-Türk genci tarafından kurulan Beşiktaş takımı da aynı akıbeti paylaştı. Kulüp yöneticileri Abdülhamid’in başyaveri Mehmed Paşa’nın himmetiyle, bir daha futbol oynamamak kaydıyla cezalandırılmaktan kurtuldular da kulüp, OSMANLI BEREKET JİMNASTİK MEKTEBİ adıyla faaliyete devam edebildi. (Abdülhamid’in futbolcuları hafiye olarak kullanmak istediği için takıma izin verdiği rivayet edilir.) İzmir’de ise 1905’te Amerikan Koleji öğrencileri Talat (Erboy), Şerif Remzi (Reyent), Sabri Süleymanoviç ve Nejat Evliyazade, okul takımlarıyla sahaya çıkan ilk Türk futbolcular oldular. Ancak bu gençler, dönemin İzmir Valisi Kâmil Paşa’nın baskıları sonucu okullarından uzaklaştırılarak cezalandırıldılar.
Pazar Ligi’nden Cuma Ligi’ne
Halk arasında ‘Pazar Ligi’ diye anılan ‘Constantinople Football League’ adlı ilk lig, 1904’te oluşturuldu. Moda, Elpis ve Imogene takımlarının mücadelesinde ilk kupayı, İngiltere Sefaret gemisi tayfalarının takımı Imogene kaldırdı. Türkler bundan sonra cesaretlerini topladılar ve 1905’TE GALATASARAY, 1907’DE FENERBAHÇE KULÜPLERİ KURULDU. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte Vefa, Beykoz, Türk İdman Ocağı, Darülfünun ve Şehremaneti takımları başta olmak üzere sayısız yerli kulüp açıldı ve 1912’de İstanbul’da, sadece Türk takımları için ‘Cuma Ligi’ adıyla yeni bir lig kurulması icap etti. Anadolu’da ise Rum ve Ermenilerin kurduğu 100’den fazla spor kulübünün kendi futbol ligleri vardı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), İzmir’de yıllardır faaliyet gösteren Panianios, Apollon, Pelops, Evangelidis, İskoş, Krakoviri, Midilli Karması gibi RUM; Vaspurakan ve Armenion gibi ERMENİ, Maccabi gibi YAHUDİ takımlarına karşı “sağlam bedenli, millî şuura sahip Türk gençleri yetiştirmek” için 1912’de KARŞIYAKA SPOR KULÜBÜ’nü (nam-ı diğer ‘Kaf Sin Kaf’), 1914’te “Rum, Ermeni ve İngilizlere karşı ‘milli tavır’ koymak üzere”, ALTAY Kulübü’nü kurdu. Aynı yıl Altay’ın Ermeni takımı Armenion’u yenerek kupayı alması; 1916-1917’de tüm Rum ve Ermeni takımlarını yenmesi, kulüp tarihinin en şanlı sayfalarını oluşturdu. Bu arada, İTC’nin Türkçülük politikaları uyarınca Fenerbahçe ve Beşiktaş kulüplerinin tüzükleri ‘millîleştirilmişti.
Milli Mücadele’de futbol
Futbolun ‘millî şuuru oluşturmak üzere kullanılması Mütareke yıllarında (1918-1922) hız kazandı. İstanbul’da, işgalci Fransızlar ve İngilizler ile Türkler arasında kıran kırana maçlar yapıldı, kazananlar adeta savaşı kazanmış gibi sevindiler. Öyle ki, İşgal Güçleri Komutanlığı, 1920’de 50 maçın 41’ini kazanan, dördünü berabere bitiren, sadece beşinde yenilen Fenerbahçe Kulübü’nü kapatmak ihtiyacını duydu. Fenerbahçe’nin ve Karşıyaka’nın pek çok futbolcusu Millî Mücadele’ye katıldıkları için İşgal Güçleri tarafından cezalandırıldılar.
1921’de İstanbul Rumlarının gözde takımı PERA ile Türk takımları FENERBAHÇE ve UNİON CLUB (İTTİHATSPOR) arasındaki maçlar bir nevi Türk-Yunan savaşı gibi geçiyordu. Rumlar ‘Zito Venizelos!’ (Yaşasın Venizelos!) diye tezahürat yaparken, Türk seyirciler İnebolu’yu bombalayan Yunan savaş gemisi KILKIŞ’ın bayrağını yakmışlardı. Aynı dönemde İzmir’de kırmızı forma üzerine beyaz bir kuşakla sahaya çıkan İdman Yurdu Kulübü ile Yunanistan bayrağının renkleri olan mavi beyazlı formasıyla Apollon takımının maçları, adeta cephedeki çarpışmaların tekrarı gibiydi.
SÖKE’de bile halk, tepkisini futbol takımıyla gösteriyordu; öyle ki işgalci İtalyan kuvvetleri bir kez bile Söke takımını yenememekten şikâyet ediyordu.
Futbolu Türkler mi icat etti?
Futbolun millî kimliğin inşasındaki rolü Cumhuriyet döneminde de devam etti. 14 Mart 1923’te oluşturulmak istenen modern kültürün simgelerinden biri olarak Gençlerbirliği kuruldu. Lise öğretmenleri ve öğrencilerince kurulan ve kadroları her zaman tahsilli gençlikten derlenen Gençlerbirliği, bu seçkinliği yüzünden bürokratik elit tarafından çok tutuldu.
1932’de Türk Tarih Tezi’nin bir parçası olarak Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügat-it Türk ve Seyyid Ali Ekber’in Hıtay-ı Nâme adlı eserlerinde Orta Asya’daki Türk topluluklarının kuzu derisinden yapılmış topla futbol benzeri bir oyun oynadıkları, bu oyuna ‘TEPÜK’ dediklerinden kalkarak “dünya yüzünde futbolu Türklerin icat ettiği” iddia edilerek işe başlandı.
1937-1959 arasında yılın belirli aylarında mahalli şampiyonların katılımıyla turnuva usulü düzenlenen müsabakalara ‘Millî Küme’ adı verildi. 1959’da kurulan deplasmanlı Birinci Lig, uzun yıllar ‘Millî Lig’ olarak adlandırıldı. Ve özellikle Yunan takımlarıyla yapılan maçlar adeta ‘millî varoluş davası’ olarak ele alındı. Örneğin 23 Nisan 1948’de Atina’da oynanan Türkiye-Yunanistan maçından Türkiye 3-1 galip ayrıldığında tüm ülke bayram etmişti. Milliyetçilik konusunda Türklerden aşağı kalmayan Yunanlı seyirciler arasında da intihar edenler vardı. Türk tarafının başarısı 28 Kasım 1949’daki maçı da 2-1 alarak devam etti.
Atina Olayı’ ve sonrası
MAYIS 1949’da Atina’da Türkiye, Mısır, İtalya ve Yunanistan’ın katıldığı ‘Akdeniz Dostluk Kupası’ sırasında Türkiye takımı Mısır’ı 3-2, Yunanistan’ı 2-1 yenmenin keyfini yaşarken, 20 Mayıs’taki TÜRKİYE-İTALYA maçında, Yunanlı seyircilerin Türk takımı aleyhine çirkin tezahüratı, maçın Yunanlı hakeminin İtalyanları tutan tavrı yüzünden Türk takımının 3-2 mağlup olması, bunlar yetmezmiş gibi maçtan sonra Yunanlı taraftarların Türk seyircilere taş, portakal ve benzeri cisimleri atması, Yunanlı er ve subayların İtalyan futbolcuları omuzlarında gezdirmesi ile olanlar oldu.
Gazeteler, olayı ‘suikast’, ‘tecavüz’ gibi kışkırtıcı başlıklarla ele alarak halkı galeyana getirmiş, ‘Atina Olayı’nı görüşmek üzere 23 Mayıs 1949’da Türkiye Milli Talebe Federasyonu tarafından düzenlenen gençlik toplantılarına Türk takımı da gelmiş, ardından grup Taksim’e doğru yürüyüşe geçmişti. Bu yürüyüş Türkiye’nin diğer yerlerindeki ‘millî’ hassasiyetleri tetiklemiş ve 26 Mayıs’ta İstanbul’da ve İzmir’de, 27 Mayıs’ta Ankara ve Balıkesir’de on binlerce kişinin katıldığı mitingler yapılmıştı. Sonunda hükümet duruma el koymuş ve Yunanistan’ın resmen özür dilemesini sağlamıştı da, milli gururumuz birazcık olsun onarılmıştı.
1967’DE FENERBAHÇE İLE AEK ATİNA takımının Balkan Kupası finalindeki karşılaşması ise Kıbrıs gerilimi yüzünden benzer bir atmosferde geçti. Türk gazetelerinde “Kıbrıs’ın hıncının Yunan takımından alınacağı” yolunda yazılar çıkarken, Yunan gazeteleri “Bizans iki başlı kartal armasıyla yüzlerce yıl dünyaya egemen olmuştu, şimdi de AEK kendi kartal armasıyla Bizans efsanesine yeni bir sayfa ekleyecek” diye halkı galeyana getiriyordu.
İlk iki maçta berabere kalınması üzerine İstanbul’da yapılan üçüncü maçta Fenerbahçe, seyircilerin hep bir ağızdan söylediği ‘Dağ Başını Duman Almış’ marşıyla AEK’yı yendi de, Türklerin yüreği birazcık soğudu.
Ancak futbol sadece ‘millî kimliğin’ inşasında değil, ‘yerel kimliklerin’ inşasında da önemli işlev gördü. 1960’a kadarki dönemde, tek ligde, İstanbul, Ankara ve İzmir takımları arasında oynanan profesyonel lig, Anadolu’ya da yayılacak, 1962’de İkinci, 1966’da ise Üçüncü Lig kurulacaktı. Ancak taşra burjuvazisi futbol yoluyla, sadece büyük şehir burjuvazisine karşı değil, komşu illerin ve bölgelerin burjuvazisine karşı da kendini konumluyordu. Tarihten gelen çekişmeler, kıskançlıklar, gerilimler, futbol karşılaşmalarında ‘maç heyecanı’ adı altında ifade ediliyordu. Sonunda olanlar oldu ve 17 Eylül 1967’de, Kayseri Şehir (Atatürk) Stadı’nda yapılan KAYSERİSPOR-SİVASSPOR MAÇI KANA BULANDI.
İki şehrin hikâyesi
Aşağıda anlatacağım olayların arka planında, iki şehir arasındaki ekonomik gelişmişlik farkı yatıyordu. Sivas, Cumhuriyet tarihi boyunca ihmal edilmiş illerden biriydi. 4-11 Eylül 1919’da toplanan tarihî Sivas Kongresi’ne ev sahipliği yapmış ancak Cumhuriyet döneminde unutulmuştu. O tarihe dek Sivas’a yapılan tek tük devlet yatırımından en önemlisi 1939’da kurulan DDY Cer Atölyesi ile 1943’te açılan Sümerbank Çimento Fabrikası idi. Kayseri’nin durumu da çok farklı değildi ama Osmanlı’dan beri ticaretteki başarılarıyla tanınan Kayserililer, kendi göbeklerini kesmeyi başarmışlardı. Türkiye’nin her yerinde ticaret yaptıkları gibi, Sivas’ın ekonomisine de egemen konumdaydılar. Dolayısıyla Kayseri hızla modern bir kent haline gelirken, Türkiye’nin üçüncü büyük yüzölçümüne sahip Sivas, az gelişmiş bir taşra kasabası havasındaydı ve Türkiye’nin en çok göç veren ili haline gelmişti. Bu durum kendilerine taktıkları ‘YİĞİDOLAR’ Lakabından başka servetleri olmayan Sivaslıların gururunu incitiyordu.
Devletin basiretsizliği
Maçın oynanacağı gün 20 minibüs, 40 otobüs ve trenle Kayseri’ye ulaşan Sivas Spor taraftarları, yılların ezilmişliği içinde, yemek yedikleri restoranlarda hesapları ödemediler, bazı işyerlerini yağmalayıp talan ettiler, genelevlerde kavga çıkardılar. Gerilim maçta da devam etti. Maçın 20. dakikasında Kayseri Spor’un 1-0 öne geçmesi üzerine Kayseri taraftarlarının aşırı sevinmesi, Sivaslı taraftarları iyice kızdırdı. Sivas tribünlerinden atılan taşlara, Kayserili taraftarlar bıçak, taş ve sopalarla cevap verdiler. Kayseri taraftarlarının görevli bir polis tarafında galeyana getirilmesiyle olaylar iyice tırmandı ve panikle birlikte kavga faciaya dönüştü. Demir kapıların açılmaması ve stat çıkışındaki düzensizlikler yüzünden (resmi makamlara göre) 41 Sivaslı taraftar olay yerinde havasızlık ve sıkışmadan dolayı yaşamını yitirdi. 300’ü aşkın kişi de sopa, bıçak ve taş darbeleriyle yaralandı.
Yerli 6-7 Eylül
Ancak, stadyumdan sağ çıkmayı başaran Sivaslılar da boş durmadılar ve stadın etrafındaki Kayseri plakalı araçları ateşe verdiler. Olayların Sivas’a abartılarak ulaştırılmasıyla (öyle ki Kayseri’ye giden beş bin taraftarın da öldürüldüğü, Kayserililerin Sivaslıların kellesiyle top oynadığı bile söylenmişti) bu sefer Sivas’ta Kayserili avı başladı. Kayserili tüccarların pastırma, sucuk, şekerleme-helva, tatlı, kumaş-giysi dükkânları yağmalandı. Kayserili diye bilinenlerin evleri basıldı. Sahibi Kayserili olan Büyük Belediye Oteli’nin yatakları caddeye atılıp yakıldı. Polisler Sivaslı hemşerilerinin tepkisini çekmemek için olayları izlemekle yetinince yağma ve tahrip devam etti. Olayları ancak Malatya, Tokat ve Erzincan’dan getirilen askeri birlikler bastırabildi. Olayların ardından Kayserili pek çok kişi Sivas’tan göçtü. Tabir caizse, ‘yerli malı’ bir 6-7 Eylül vak’ası yaşanmıştı. Sadece bu sefer yağmalayanlar da yağmalananlar da Türk ve Müslüman’dı.
Bu korkunç olayın küçük bir kopyası, dört ölü, 100’den fazla yaralı ile sonuçlanan 25 Haziran 1969 tarihli Kırıkkale-Tarsus İdman Yurdu maçında yaşandı. Daha sonraki yıllarda, ezik taşra şehirlerimiz, birbirlerine değil, öteki uluslara düşman olarak ferahlamayı seçtiler.
Honduras-El Salvador Futbol Savaşı
“Roberto Corduna, son dakikada Honduras’ın galibiyet golünü kaydederken, on sekiz yaşındaki Amelia Bolanias, El Salvador’da televizyonunun başında oturuyordu. Ayağa fırladı, babasının tabancasının durduğu çekmeceye koştu. Sonra kendini kalbinden vurdu. Salvador gazetesi El Nacional’de, ertesi gün ‘Genç kız, vatanının yıkılışını görmeye tahammül edemedi’ deniyordu. Tüm başkent, Amelia Bolanias’ın televizyondan naklen yayınlanan cenaze törenine katıldı. Cenaze alayının başında, bayrak taşıyan bir askeri muhafız bölüğü yürüdü. Başbakan ve bakanlar, bayrağa sarılı tabutun peşinden yürüdüler. Hükümetin ardından, Salvador millî takımının ilk on biri geliyordu; Tegucigalpa Havaalanı’nda yuhalanan, alay edilen ve yüzüne tükürülen takım, o sabah özel bir uçakla El Salvador’a dönmüştü...”
Bu satırlar, Ryszard Kapuscinski’nin ülkemizde Futbol Savaşı adıyla yayımlanan (Om Yayınları, 2000) kitabından alınma.
1969'da yaklaşan FIFA Dünya Kupası finallerine katılabilmek için El Salvador ile Honduras ilk maçı 8 HAZİRAN 1969'DA Honduras'ta oynadılar. Fanatik Honduraslı taraftarların maçtan önceki gece çıkardıkları gürültülerle uyumalarına izin vermediği El Salvador millî futbol takımı maçı 1-0 kaybetti.
14 HAZİRAN 1969’da El Salvador’un başkenti San Salvador’da yapılan rövanş maçında, tacize uğrama sırası Honduras takımındaydı. Maç öncesinde, El Salvadorlu fanatikler güruhu, takımın kaldığı otelin camlarını indirerek içeriye çürük yumurtalar, ölü fareler ve pis kokulu paçavralar fırlatmışlardı. Maç günü, Honduraslı oyuncular, stadyuma El Salvador 1. Mekanize Tümeni’ne ait zırhlı araçlarla götürüldüler. Askeri birlikler futbol sahasını kuşatırken, sahada, makineli tüfekli askerlerden bir kordon oluşturulmuştu. Buna rağmen, Honduras milli marşı çalınırken, ellerinde intihar eden Amelia’nın fotoğraflarını taşıyan seyirciler, önce Honduras takımını yuhaladılar, ardından Honduras bayrağını indirip yaktıktan sonra göndere bir bez parçasını çektiler. Honduraslı futbolcu ve taraftarların tek düşüncesi sahadan sağ salim çıkabilmekti. Nitekim maçı 3-1 kaybeden Honduras takımının antrenörü, askerler eşliğinde havaalanına götürülürken “maçı kaybettiğimiz için çok şanslıyız” demişti. Ancak olaylar, beklenmedik şekilde gelişti.
Savaşın arka planı
Bölgede uzun yıllar gazetecilik yapmış olan Ben Luis “Latin Amerika’da siyasetle futbol arasındaki sınır çok belirsizdir. Millî takım yenilgisinden sonra düşen ya da devrilen hükümetlerden bir liste yapsak, çok uzun olurdu’ demiş ve şöyle devam etmişti: “Oteldeki odama çıkıp, transistorlu radyomdan haberleri dinlemeye başladım. Spiker, Honduras Hükümeti’nin, El Salvador’a karşı savaş başlattığına dair bildirisini okuyordu. Ardından, El Salvador ordusunun, sınır boyunca Honduras’a karşı saldırıya geçtiği haberi geldi.”
Bir metafor değil, gerçek olan bu ‘futbol savaşı’ 14 Temmuz 1969’da başladı ve yaklaşık 100 saat sürdü. 18 Temmuz1969’da, Latin Amerika’nın büyük ülkelerinin araya girmesiyle sona eren savaşın bilançosu dört bin ölü, 12 binden fazla yaralı idi. 50 binden fazla kişi ise evini ve toprağını yitirmiş, zarar 100 milyon doları bulmuştu.
Sıradan bir kupa eleme maçının iki ülke arasında kanlı bir savaşa dönüşmesinin gerçek nedeni ise başkaydı. Orta Amerika’nın en küçük; kilometrekare başına 160 kişilik nüfusu ile Batı Yarımküresi’nin en kalabalık ülkesi olan El Salvadorlu topraksız köylüler yıllar içinde Honduras’a göç etmiş, bu göç başlangıçta, El Salvador’dan neredeyse altı kat büyük olan Honduras’ta olumlu karşılanmıştı çünkü ülkenin tarıma elverişli arazileri işleyecek yeterli nüfusu yoktu. Ancak, 1960’lara gelindiğinde, Honduras hükümeti, kendi yoksul köylülerinin baskısı ile tarım reformu yapmak zorunda kaldı. Ülkesindeki büyük toprak sahiplerine ve dev plantasyonlara sahip olan yabancı şirketlere söz geçiremeyince, El Salvadorlu göçmenlerin işgal ettiği toprakları geri almaya soyundu. Bu durum doğal olarak El Salvador hükümetinin hiç hoşuna gitmedi. İki ülke arasındaki ilişkiler gerilmeye başladı. Her iki tarafın gazeteleri birbirine ‘Naziler’, ‘cüceler’, ‘ayyaşlar’, ‘örümcekler’, ‘hırsızlar’ gibi adlar takarak, korkunç bir nefret ve sövgü kampanyası yürüttüler. İşte, Honduras ve El Salvador arasındaki eleme maçları bu korkunç gerilimli atmosferde yapıldı. Sonuç, her iki ülkede diktatörlük rejiminin ve milliyetçiliğin güçlenmesi olurken, kaybeden yoksul halklar ve futbol oldu. El Salvadorlu göçmenlerin çilesi ise hala sürüyor.
Honduras ile El Salvador devlet başkanlarının buluşup el sıkışması ise 2006 yılından önce gerçekleşmedi.
Faydalanılan Kaynaklar: Günver Güneş, “Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla…
İzmir’de Futbol”, Toplumsal Tarih, S. 142, Ekim 2005, s. 68-77; Cem Atabeyoğlu, “Futbol”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C. 3, s. 345-346,
Kültür Bakanlığı-Tarih Vakfı ortak yayını, 1994; Futbol ve Kültürü,
(Derleyenler: Roman Horak, Wolfgang Reiter, Tanıl Bora), İletişim yayını
Ayşe Hür’ün Futbol ilgili makalesinden alıntı
2001; “Futbol Sadece Futboldur”, Düşünen Siyaset, Futbol Özel Sayısı, S. 2,
1999; “Arsadan borsaya futbol”, Dosya, Toplumsal Tarih, S. 102, Haziran 2002, s. 42-69