-54’üncü yaşıma nazire…-
Çoğunlukla “ayıplamak” için belli bir yaştan sonra insanlara “Gittikçe babana benziyorsun” veya “gittikçe annene benzemeye başladın” derler. Aksini söyleseler de bunu “pek de iyi niyetle” söylemezler. Bunun birçok nedeni var. İnsanlar sürekli gördüklerini “normal” kabul etmeye başlarmış. Bu, iyi de olsa, kötü de olsa değişmez. Kötü bir iş yapılan yerde büyüyen bir çocuğun, kötülüğü “normal” görmesi kadar doğal bir şey yoktur. Ama sadece kötüde değil, iyide de bu böyledir…
Gittikçe babaya benzemek veya gittikçe anneye benzemek her zaman kötü veya her zaman iyi olmayabilir. Ya da ne bileyim, “aynen dayısı”, “tıpkı amcası”, “gittin, geldin teyzene çektin”, “hık demiş, halasının burnundan düşmüş”..
Bunların bazısı övmek için söylenir, bazısı yermek için…
Doğaldır ki, başarılı ve zengin birisine benziyorsa övmek içindir.
Kaderin sillesini yemiş dahi olsa başarısız ve fakir birine benzetiliyorsa yermek içindir.
Belki de sırf bu yüzden nev-i şahsına münhasır çocuklarımızı bile kendimize benzeterek, asıl övgüyü almaya çabalarız.
Bir de hangi yönünüzün benzediği çok önemli.
Ahlakı mı, davranışı mı, konuşması mı, yürüyüşü mü, bakışı mı, gülmesi mi, ağlaması mı, azmi mi, çabası mı, tembelliği mi, dağınıklığı mı, titizliği mi?
Yoksa kaşı, gözü, burnu, kulağı, yüzü, boyu, posu, endamı mı?
Bu listeyi uzatmak o kadar mümkün ki, henüz dünyaya gözünü açan bebeği bile kimlere benzetiriz, kimlere…
Tip ve alışkanlık dışında benzetmek, daha çok insanın yaşadığı dönemle alakalıdır.
Herkes kendi zamanında yaşar.
Babamız ve annemiz, bizden önceki bir nesildir. Kendi inançları, kendi değer yargıları, kendi korkuları, kendi kaygıları, kendi gelenek ve görenekleri vardır.
Biz ise kendi dönemimizde yaşıyoruz, çocuklarımız ise kendi dönemlerinde.
Birçok şeyimiz aynı olsa da, (mesela inancımız) babamızın kaygısı ve korkusuyla bizimki farklıdır, çocuğumuzunki çok daha farklıdır. Torunlarımızın kaygı ve korkuları belki çok daha farklı olacaktır.
Değer yargıları da öyle, gelenek ve görenekler de. Eskiden gelenek ve görenek vardı, şimdi cool olmak var, belki in var, out var. Ya da çok sosyolojik olsun, bizde toplum baskısıydı, şimdi mahalle baskısı var, belki sonra da daha çok moda baskısı, yerleşik algı baskısı, grup baskısı, parti baskısı, ideolojik baskının esas olduğu da ortaya çıkar.
Bazı insanlar, gerçekten bazılarına benzer; bazen tipi benzer, bazen davranışları, bazen şansızlığı, bazen kısmetin açıklığı…
Ben de gittikçe babama benzemeye başladım, bunu itiraf etmek de pek kolay olmasa gerek.
Her insan nev-i şahsına münhasır olduğunu düşünür. İyi şeyler kendinden, kötülükler başkalarındandır.
Herkes daha öncekilerin hatalarını yapan olmadığını düşünür, çocuklarının da kendi yaptığı hataları yapmamasını isterler.
Bazıları gerçekten buna uyar, çoğunluk da nasıl görmüşse öyle devam eder veya kısmetine aynısı düşer…
Rahmetli babam, sıradan bir insandı, bir Anadolu insanı, Anadolu beyefendisiydi.
İşçi emeklisiydi, hayatı boyunca iki yakası bir türlü bir araya gelmedi.
Borcu sevmezdi ama aldığı maaşla da evi geçindirmesi pek mümkün olmazdı; kıt kanaat bir geçimdi bizimki, neredeyse herkes gibi…
Küçük şeylerle mutlu olmayı bilirdi, öyle büyük hayalleri olan birisi değildi, hayallerinin peşinde koşacak bir yapısı da yoktu.
Rahatına düşkündü ama hiçbir lüksü yoktu.
Onun için en büyük lüks, işten eve geldikten sonra uzanmak, vaktinde yemeğini yemek, misafirliğe gitmek, misafir ağırlamak, dostlarla oturmak, onlarla gülmek, onların üzüntüsüne ortak olmaktı.
Sıradan şeylerdi, ne büyük ikramiyeyi tutturma hayali kurar, ne ikramiyeyi tutturunca sağa sola dağıtacağı yalanını söylerdi. O, aybaşında alacağı maaşı bakkala, fırına, kasaba ve diğer alacaklılara pay ettirme derdindeydi. Aldığıyla verdiği denk geldiğinde elinde kalmayanı bile umursamazdı.
Kredi kartı kullanmazdı. Kredi nedir bilmezdi. Tek borçlu olduğu esnaftı, ondan gayrisiyle alacak verecek davası gütmezdi.
Okumayı severdi ama daha çok eski cenk kitapları, dillere destan olan aşk kitapları ve şiirlerdi…
Şiiri severdi, yazmayı bilmez ama okumayı çok severdi. Çocuklarına ve torunlarına çok şiir okur, örnekleri şiirle olurdu, arada bir de türkülerle…
“Hoşça kal” onun en güzel vedasıydı, herkes hoş olmalı, hoşça kalmalıydı. “Eviniz şen olsun” demeyi de unutmazdı, tam kapıyı kapatıp giderken…
Her insan gibi onun da hatası vardı ama sevabıyla kıyasladığında “hata” demeyeceğin yönlerdi bunlar…
İyi bir babaydı, iyi bir eşti ama genellikle “kavga” edip, sonra barışan yarım asrı geçkin bir evlilikleri vardı.
Hayatın bütün zorluklarını görmüş, kıtlığı çekmiş, yokluğu yaşamış, bütün zorlukları aşarak hayatın merdivenlerinden inmeyi sürdürmüştü.
Eski yokluk günlerini, kıtlık zamanlarını anlattığında gözleri dolar, sesi titrerdi. Belki sırf o nedenle var olanla yetinmeyi bilir, olmayanın peşine düşmeye çalışmaz, borçlanarak geçinmeyi ise hiç istemezdi.
Gittikçe babama benzemem bütün bunlardan değil elbet…
Daha çok benzer davranışları sergilemem, benzer korkuları yaşamam, benzer alışkanlıklarımın olduğunun farkına varmamdı belki…
Veya bir özlemin hareketlere, konuşmaya ve alışkanlıklara yansıması da olabilir.
Bazen evde otururken elimi oynatma, bağlama veya oturuş şeklimi babama benzetirim; yahu ben ne ara bu alışkanlığı edindim ki…
Aslında yeni edinilmiş bir alışkanlık yok; bazısı genden gelen, bazısı görerek elde edilen, bazısı da bir özlemin –gayriihtiyarî- hareketlere yansımasıdır. Biz bunu hiç bilemeyiz…
Gittikçe babama benziyorum belki, doğrudur; onun bütün şansızlıkları da beni takip etmek zorunda mı, işte onu bilmiyorum…