Ülke gündeminin “bir tek konuya” endekslenmesi aslında yeni değil. Yeni olmamasına rağmen, her defasında ülkenin neredeyse tamamı, bir konuya odaklanır.
Basın bu konuyu yazar, radyolarda müzik yerine bile o konu gündeme gelir, televizyonun magazin haberlerinin arasına bile aynı konu sokuşturulur. Hatta ilk kez bu defa dizilerin içerisine bile “gizliden gizliye” değil, açık açık serpiştirilmeye başlandı.
“Sıktınız artık” feryatlarını bile duyan olmadığı gibi, “üstüne üstüne” gidilmesi nedeniyle gündem, tek konuya, gözler noktaya, kulaklar tek sese odaklanmış durumda. Doğal olarak da diller aynısını söylüyor, ha o taraftan, ha bu taraftan…
Aslında bu “sahneye konan oyun varsa” böyledir, rutin giden, kendiliğinden olan hiçbir olayda ise böyle değildir.
12 Eylül öncesini iyi hatırlarım; her gün insanlar ölüyordu…
Bu, 365 günde, 365 ölü demekti.
Her ilde böyle olduğuna göre, çarpan sayısıyla ortaya çıkacak korkunç gerçek insanların kanını durdurabilirdi.
Ama durduran darbe oldu…
Kardeşkanı akıyordu ve netekim Kenan Paşa da daha fazla dayanamamış, bütün hassas duygularıyla olaya el koymuştu. Sonra da darbe öncesi yarım kalan hesapları görmüş, işkenceyle insanları inim inim inletmişti.
Bazılarını da asmıştı. Hatta yaşı küçükse büyütmekten de kaçınmamıştı. Bu konuda da yasalara sıkı sıkıya bağlılığı söz konusuydu.
Ülkenin dört bir yanına darağacı kuramadı ama ülkenin dört bir yanını işgal eden düşman ordusu gibi yönetmekten de kaçınmadı.
Sonra 28 Şubat oldu.
Öncesi var elbet…
Bütün ülke Aczmendileri konuşuyordu; ne o öyle siyah cübbe giyinmiş, tepir sakalıyla ve elindeki asasıyla Ankara’nın göbeğinde arz-ı endam ediyorlardı.
Bu insanlarımız şimdiye dek neredeydi, birden bire mi ortaya çıktı, “ortaya çıkın” emri mi verildi, neydi?
Sonra güzel bir Fadime kızımız oldu, bardan çıkarılan şeyhimiz, sahneden indirilen kızımız vardı artık.
Tek kişi bile bunlardan başka şey konuşmuyordu; çünkü konuşulması istenen zaten buydu. Bütün algımız, birilerinin elinde oyuncak olmuş, biz de bilerek veya bilmeyerek bir oyunun parçası konumuna düşmüştük.
Gezi’de de aynısı oldu.
Hatta sadece bizim televizyonlar değil, dış basında “hiç şiddet uygulamayan(!)” ülkeler bile artık İllallah demişti; böyle şiddet görülmemişti…
Sonra dershanelerin kapatılması gündeme geldi ve reklamlarımız bile “Dershaneye” döndü.
Gazeteler, televizyonlar, radyolar ve bizim sohbetimiz dershaneydi. Resmen dershaneyle yatıyor, dershaneyle kalkıyorduk. Öyle ki ya dershaneciler galip gelecekti ya biz helak olacaktık…
Ve sonra 17 Aralık operasyonu başladı, dershaneyi gündemden indirip, yenilerini koyduk.
Ülkede acayip bir yolsuzluk yapılmış, işi o kadar abartmış, o kadar fütursuz bir halde davranmışlardı ki, ayakkabı kutularına para koymuş, yatağın üzerine serpiştirilen paraları, para sayma makinasında sayarak, acayip bir fantezi bile edinmişlerdi…
Herkes çalıyordu…
Ve ülkede ilk kez “yolsuzluk” denen bir şey duyuluyordu; diğer iktidarlarda ve halen muhalefetin herhangi bir belediyesinde “yolsuzluk” denen bir şey asla ve katta duyulmamıştı ve görülmemişti.
Ne kadar ayıptı bu AK Partinin yaptığı…
Ve karşı atak başladı…
Paralel bir yapı vardı ve her şeyi yöneten onlardı…
Devletin tüm kurumlarına sızmışlar, MİT’i ele geçirmişler, hâkim ve savcıları efsunlamışlar, polisleri tek tek yanlarına çekmişler ve istediğini asıyor, istediğini kesiyor, istediğine ihale veriyor, istediğine de ananas gönderip, tespih bile çektiriyordu.
Kasetler çıkıyordu piyasaya ve biz kimin ne rezillik yaptığını öğreniyorduk, yüzümüz kızarmadan…
Kasetten siyaset yapılmasının önüne geçilmeye çalışıldığındaysa birden bire ortaya “İnternete özgürlük” isteyenler çıkıyordu ve biz, her şeyimizin kontrol altına alındığını, yasakların her bir yanımızı sardığını sanıyorduk…
Oysa insanların yatak odasının özgürlüğü olamazdı ve hele hele bundan siyaset elde etmek isteyenin ahlaklı bir insan olması mümkün değildi.
Ama bunu herkes savunuyordu; sağcısı da, solcusu da, muhafazakârı da, hiçbir tarafa ait olmayanı da.
İnanan insanların, “milletin namus bekçiliğine” soyunması beklenemezdi ama bunu solcusu da yapıyordu, sağcısı da…
Ve biz, bize sunulan gündemi, bize göre değerlendiriyorduk…
Aslında ortada incir çekirdeğini dolduran bir tek ama bir tek konu yoktu.
“Yok” diye kestirip attığımda bana kızacakların olacağını biliyorum ama yok; sadece uydurulan gündem var.
Bütün sebep, 30 Mart yerel seçimleridir…
İsrail’in çıkarlarıdır…
İran ve Irak’tan geçen para akışının kontrol edilmesidir.
Ve asıl Cumhurbaşkanlığı seçimidir.
Diğer hepsi, izlememizi ve hayret ederek konuşmamızı sağladıkları “eften püften”den öteye götürdükleri suni gündemdir…
30 Mart’ta ve cumhurbaşkanlığı seçiminde algımıza en çok hükmeden, kazanan taraf olacaktır veya kaybedecektir…
Tweetimden seçmeler
Düşmanınızın düşmanını dost edinecek kabiliyetteyseniz, sizi dost edineceklerin gerekçesinin de aynı olacağından emin olmalısınız.