Bazıları “hiçbir şey bilmene gerek yok, haddini bil yeter” derler ya ben onu diyenlerden değilim. Hangi makamda olursan ol, ister zengin ol, ister fakir. İster koca koca unvanlara sahip ol, isterse “hiç” olmak için uğraş verenlerden ol. “Ne olursan ol, ne bilirsen bil ama önce haddini bil”, diyerek ilk sıraya alabilirim. Bir başka deyişle her şeyi bil ama önce haddini bil…
***
“Bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap, zavallı kalbim ne kadar harap” şarkısını dilimizden düşürmememize sebep olan merhum Abdullah Yüce’nin 1989 yılında TRT’de yayınlanan bir söyleşisini izledim.
Abdullah Yüce, 1920 doğumlu, 18 yaşından itibaren beste çalışmalarına başlayan, müziğin saz ve söz kısmıyla ilgilenen birisi.
Zor ve yoksul bir çocukluk dönemi yaşayan Abdullah Yüce, ortaokulda eğitim hayatını yarıda bırakmak zorunda kalıyor.
4 yıl süren askerliğin bitiminden sonra daha çok “geçim” için çalışmak zorunda kalıyor. Ama “müzik aşkı” ağır basınca çalışmayı da aynı yönde sürdürüyor.
Yüce, “darbuka” ile müzik hayatına adım atanlardan ama sadece çalarak değil, sesiyle de, yorumuyla da müziğin içinde olan birisi.
Döneminde bütün “usta” sanatçıların şarkılarını “usulüne” uygun şekilde yorumlayabiliyor.
Abdullah Yüce’nin “daha iyi yerlerde” olması gerektiğine inanan sanatçı dostları ona “Maksim Gazinosu’nda” sahne alma imkânı veriyorlar.
O dönemde bir şarkıcı, türkücü için Maksim’e çıkmak, zirveye atılan en önemli adım olarak biliniyor.
1946 yılında elinde bir notla Maksim Gazinosunun yolunu tutan Abdullah Yüce, sahne şansını yakalıyor ama sahneye çıkıncı zangır zangır titremekten şarkı söyleme faslına geçemiyor.
O kadar şarkı bilen, o kadar yürekten yorumlayan adam, sahnede kalakalıyor. Israr ediyorlar, “haydi başla” diye telkinler işe yaramıyor.
Abdullah Yüce, sahnedeki saz sanatçılarına dönüyor ellerini öpüyor, özür diliyor ve “ben daha olmamışım” diyerek sahneden çıkıp gidiyor.
“Ben daha olmamışım” deme yürekliliğini göstermek de hiç kolay değil ama Abdullah Yüce, “ne kadar olduğunu ve ne kadar olmadığını” bilecek düzeyde birisi olduğunu da böylelikle göstermiş oluyor.
Kendi deyimiyle yeniden müziğin ilk basamağı olan “çalma” bölümüne, darbukaya dönüyor.
1949 yılında ilk 45’liğini çıkarıyor.
Başarısız olan ilk Maksim denemesinden tam 12 yıl sonra, 1958 yılında bu defa assolist olarak sahne alıyor.
Sabırla, sebatla, azimle, çalışmakla ve bitmez tükenmez aşkla, tam 12 yıl “olmak” için uğraş veriyor ama ölmeden hemen önce verdiği röportajda “ben kilom kadar yük taşıyabilirim” diyerek, daha iyisi olmak için verdiği uğraşın sürdüğünü ama her insanın taşıyacağı bir kapasitesinin olduğunu söylemekten de çekinmiyor.
27 Kasım 1995 yılında, 74 yaşında hayata gözlerini yuman Abdullah Yüce için gün gelecek bir yazı yazacağım aklımın ucundan dahi geçmezdi ama onun “haddini bilmesi” konusunda verdiği dersi, “meslek hayatına yeni başlayan” ve buna rağmen de kendisini duayen sanan herkesin örnek alması gerektiğine inanıyorum.
Bir insan kendini bilmeli…
Haddini de bilmeli, yerini de bilmeli…
Ne kadar olduğunu, ne kadar daha olması gerektiğinin farkına varmalı.
Ben olmuşum, ben bilmişim, ben öğrenmişim, ben en iyisiyim, ben şöyleyim, ben böyleyim diyenlerin aslında hiçbir şey olamadığının, hiçbir şey bilmediğinin, hiçbir şey öğrenemediğinin farkına varması gerekir.
“Öğreneceğim her şeyi öğrendim” dediğimiz anda hiçbir şey öğrenmediğimizi kendi dilimizle ikrar etmiş oluyoruz.
En iyisi olmak için verilen uğraş, bir günlük, bir aylık, bir yıllık, on yıllık, yirmi yıllık bir öğrenme süreci değil, bir ömür süren çabadır.
Öğrenmenin yaşı da yok, sınırı da yok.
Hep daha iyisi olur.
Hep daha iyisi olmalı.
En iyisi sensen, senden daha iyisi olmalı.
En iyisi sensen, sen kendini aşabilmelisin, son nefese kadar.
En iyinin sınırı olmaz ama en iyi olacağım diye en kötü olma durumuyla da karşılaşmak mümkün.
Bu ne sevgi bu ne ızdırap, Hiç mi gülmeyecek benim yüzüm, Evvelce Hüda'yi, Senden ayrı günlerim, Uzayıp giden o tren yolları.. gibi zamanında ve halen zevkle dinlediğimiz o eserlerin sahibi Abdullah Yüce’yi bu vesileyle rahmetle anıyorum…