Mahallesiyle özdeşleşmiş, yakın tarihimiz de Bölôba denilince; akla gelen sayılı isimlerden biri de şüphesiz Halil Hoca (Tecir) dır.
Aşiretinin adından dolayı, Tecirlili Halil Hoca olarak da bilinen Hâl'ocâ, Osmaniye-Kadirli arasın da halen mevcut olan Tecirli Köyün'den Göksun'a; Sağıroğulları, Çokaklılar, Bozdoğanlar (Küçük Çamurlu,
Hacıkodal Köyümüz) gibi ilk yerleşen ailelerden biri olarak bilinirler.
Babası Lâlâ Bayram, Osmanlı dönemin de Selanik de asker iken; öğretmenlik ve imamlığından dolayı "lâlâ" yani ; eğitici, öğretici olmuş ve bu lâkâbını da Göksun'a taşımıştır.
Rahmetli Lâlâ Bayram'ın evi, eski su deposu olan, Höyük Tepesi'nin batı yamacın da hala durmaktadır. Lâlâ Bayram, kendine ait bahçe ve âvarlık (sebzelik) yerini şu an ki Pınarbaşı Cami'sinin yapılması için hibe olarak vermiştir.
Kerpiçden yapılı minaresi olmayan bu Cami'nin ilk minaresi de ilginçtir. Cami önün de bizim garakavak dediğimiz 80-100 santim çapında ki söğüt 7-8 metre yukarısından kesilerek, üzeri de 4 metre karelik tahta tabla ile kapatılarak yapılmış, ezan da buraya merdivenle çıkılarak okunurdu.
Geçen zaman içerisin de, söğütlü bu minare de sökülerek yerine, ilkin tahtadan şerefeli minare yapıldı. Daha sonrasın da tahta minarenin tamamı çinko saçla kaplandı ve epey bir müddet de hizmet gördü bu saç kaplamalı minare.
Halil Hoca o zaman ki 3 yıllık rüşdiye mektebini bitirdiğin de Osmanlıca ve Arapça'yı, son 2 yıllık idâdi'yi de okuyarak da o gün hükmünde hatırı sayılır bir temel eğitimini almış oldu. Çok istemesine rağmen Maraş'da ki ortaokula malesef gidemedi.
Askerliğini Samsun sıhhiye okulun da tamamlamış olmasının, avantajıyla Göksun da açılan sınavda başarı göstererek 10 yıla yakın sıhhiye memurluğu da yaptı.
Daha sonra bu görevi bırakarak Pınarbaşı Cami'sin de emekli olana dek müezzinlik görevini yerine getirdi.
Bölôba Mahallemizde Kenanlar olarak bilinen kabileden, rahmetli Topal Kenân'ın (Koca) kızı Melek Hatun'la evlenen Halil Hoca'nın, bu evlilikten 7'si kız 2 erkek evladı oldu.
Çoğunuzun tanıdığı "Mantar Fâdıma" olarak da bilinen ve halazàdem Mantar Bekir'le evli rahmetli Fâdıma, Kerime Telci hocanım, emekli polisimiz Gazi Tecir ve Milli Eğitim'den emekli Davut, Halil Hocamızın sizce de tanıdık evlatlarıdır.
Orta boylu, kilolu, koyu kumral, yarı ciddi, orta sert mizaçlı, temiz kalpli Halil Hoca ağır adamdı, itibar görürdü. O'nun ilim merakı müezzinlık döneminde de sürdü. Kendini geliştirmek için ilim sahiplerinden fıkıh başta olmak üzere sürekli dersler aldı.
O'nun ilme olan merakın da, lâlâ olan babasının etkisi olabileceğini de düşünmek gerekir. Hatta bundan 60 yıl önce Kızı Kerime'yi, bir "müezzin kızı" olarak ortaokul da okutması bile O'nun ilme olan ilgisinin sanırım bir işaretidir.
Kızı Kerime'nin okuması için rahmetli Hikmet Denge'nin ısrarlı tutumu her ne kadar inkar edilemezse de, bir müezzin olarak ufacık mahallenin, yer yer "Mahalle baskısı"na da göğüs gerebilmesini takdirle karşılamak gerekir.
Halil Hoca'nın temelden aldığı eski yazı kültürü, kış ayların da yatsı namazı çıkışı cemaatin her gün bir evde toplanarak Hz. Ali Cenkleri, Battal Gazi kahramanlıklarını, cemaatin ısrarı üzerine Halil Hoca boşa çevirmedi. Nitekim o dönem cenk kültürü Mahalle de iyi bir kök saldı.
Hepsi rahmetli olan, Çirkin Amed'ler (Çolaklı ), Çakır Ali'ler (Gürbüz), Uzun Hâlıl'lar (Gürbüz), Berber Yusuf'lar nâmı diğer Kürt Yusuf (Tanır), Gücc'omâr'lar (Akdamar), Barbıt Memmed'ler (Akpınar), Kürt Ali'ler (Ünal), Ğoc'oğlan Memmed'ler (Biçici) , Çinçe Memmed'ler (Girgel) Hâl'ocâ'nın hep cenk cemaatinin müdavimlariydi.
Halil Hoca cenkleri okudukça cengin seyrine göre yeri gelir cemaat de bir heyecan, bazen öfke, çoğu kez kahramanların galibiyetinden duyulan hâz cemaat için de; dayanışma, kaynaşma nihayetin de bir sosyalleşme ortamı oluşturacağını da unutmamak gerekir.
Ģayalık'lıların (Kayabaşı Mahallesi) kâdim alışkanlığı baharla birlikte Kireç Dağı Yaylası'na çıkışı, rahmetli Hâl'ocà' eşi Melek Hatun'la epey sürdürdüler.Yayla sayesin de, dostluklar pekişti, yeni dostluklar edinildi.
Yazının başlığın da, rahmetli Halil Hoca'yı görür görmez, sabırsızlandıığınızı, O'na yakıştırılan sözün doğruluğunu teyit için beklediğinizi ve;
"De gel gâri, Hâl'ocâ minareden ezan okurken, ezanı yarı da keserek; o meşhur sözünü deyip, tekrar ezana devam etti mi etmedi mi ?" diyebileceğinizi tahmin ediyordum.
.
Eskiden çok yoğun geçen kış mevsimi için, tüm kış hazırlıklarının tamamlandığı son güz ayın da; Göksun Mahalleleri;
Avşın'den (Afşin) gelen salça ve çemenciler, Albustan'dan(Elbistan) gelen dut pekmezcileri, dut kurusu, Bertiz köylerinden at, katırla gelen deri tuluklar içinde pekmezciler, "adıyaman" veya "yemiş kurusu" dediğimiz incir kurusu, "goz" dediğimiz ceviz, kuru üzüm, teh satıcıları mahalleye o günler de ayrı bir ses, renk ve heyacan verirlerdi.
Mahallede ki bu renklilik her şeyden önce çocuklar içinde bulunmaz bir fırsat sayılırdı. Koşa koşa evlere gidip, analarını "anaa bekmezci gelik, yemiş de getirik, alıç da var" diye uyarmaları anlamlıydı elbet.
Esasen, çoğu aileler "çocukların gözü kalmasın" diye tâ harman zamanından başlayarak "çerçici" olsun, salçacı olsun, pekmez ve kuru şirecinin paylarını unutmaz ayırırlardı onu.
Yetmedi, "ana yüreği" değil mi, "zâhire dutma zamanı" yine o paylar ayrılırdı. Daha da olmadı " n'olacak canım" hesabı evde ki hazır; un, bulgur, dövme ile karınca kararınca nakdi alış-veriş yerine bunlarla ticaretini gerçekleştirmiş olurdu.
İpe dizilmiş yemişleri, alıçları neşelenen çocukların boyunların da görmekse yaşanan o günkü hayatın apayrı bir güzellik tablosuydu.
Tüm Mahallelerimiz de yaşanan bu seromonilerinden biri de; yine son güz ayın da Bölôba'da da yaşanacaktı. Bertiz'li şire satıcıları gelmiş ve çor-çocuk, yaşlı genç, kadın erkek doluşmuşlardı Goc'oğlanların örtmesinin altına sağına soluna...
Bu kalabalık arasın da hiç şüpheniz olmasın, Bölôba'yı günlük ziyaret etmezlerse gününün tatsız geçtiğine kendini inandırmış, Bölôba müdavimleri Ğayalık'lılar da vardır elbet...
Nakit alış verişin çok az olduğu, buğday, un, bulgurun yani "mal para" nın, takasın rağbet de olduğu Goc'oğlanların bu yeri de o gün ana baba günüydü sanki.
Mahalle de böyle bir curcuna yaşanırken, Hâlıl Hocamız ezan okumak için, minare işlevi gören o meşhur söğüt üzerinde ki tablaya çıkar ve ezanını okumaya başlar.
Goc'oğlanların örtmesinin canlı alış veriş devam ederken, kalabalık içinde bulunan Ğayalık'lı; "susun hele ! ahâh Halil Hoca da bekmez istiyo vâlla, Meleğe sesleniyo bize de al diyo " der demez, kalabalık kulağını Halil Hoca'ya versede, Hoca doğal olarak ezanına devam etmekle meşguldur.
Bu defa kalabalık, Ģayalıklı'ya dönerek "âllâ doru söle, hoca bekmez mi istedi ezen okuyuşun ?" diye soran sorana. Ğayalık'lı "duymadııız mı ? isdedi, sorâ da ezene davam eddi tâmân" deyince;
Kafası karışanlar da orada ki bir iki Ğayalık'lının gülerek "he he he yâ !" demesiyle, Hâl'ocà'nın söylemediği halde ezan okurken, bize de pekmez al diye eşi Meleğe seslenip sonra da ezana devam ettiği sözü, Halil Hoca denince, tüm Gösün'lünün rivayete dayalı bu söz akılda kalıp, dillerden düşmez oldu.
O günlerin Göksun'un da envâyi çeşit şakalar, aslı olmayan uydurma rivayetlere karşı insanlar çoğu kez toleranslıydı. Hoş görü iklimi şimdikine göre çok daha fazlaydı.
Halil Hoca'mız da aslı olmayan, yakıştırılıp da vefatına kadar süren bu rivayeti rahmetli hoş görerek taşıdı durdu.
Hemde, "Doğru mu ?" diyenlere bazen tebessüm ederek, bazen de gözünün önüne o Ğayalık'lıyı getirip başını sağa sola "lâ havle " diye çevirerek.
Eyy Tecirli oymağının güzel insanı Halil Hocamız, meraklanma, Göksun seni de Melek Hatun'u da hep iyi bildi. Rabbimiz de iyi bilecek inşallah.
Sizleri de burada andıklarımızın göçenlerine de rahmet, kalanlarınıza sağlık ve afiyetler diler bu Şehir.
Dr. Mustafa Coşkun KALE'nin,
Henüz yayımlanmamış.
"Küçük Türkiye'm GÖKSUN" adlı eserinden.