Hazret-i su rahmettir. Temiz ve günahsız yaratılışın sembolüdür. Sesi şifadır, çünkü ulvî neşesi ve hüznü var. Mutasavvıf âlimlerin yazdıklarına göre, su ile şifayab olmak isteyenler suyun sesinden ve akışından mülhem olan Uşşak ve Hüseynî makamlarıyla tedavi olmalıdırlar. İlki neşe, ikincisi ulvî hüzün vererek ruhu ve gönlü âbâd eder.
Tasavvuf tarihçisi Mahir İz dostlarına “Suyu sever misin?” diye sorar ve onlara su ikram edermiş. Hoşlandığı kişilerden bahsederken “Karakulak suyu kadar hafifü’r-ruh” (dünya kirinden arınmış, hafiflemiş ruh) diye atıfta bulunurmuş. (Keşkül dergisi, 2010 güz sayısı)
“SU HAK DİZARIN (YÜZÜNÜ) GÖRMİŞDÜR”
Su öyle mübarek bir nimet ki, İslâm’dan olmayanların dahi suya yükledikleri mânevî güce inanırım. Meselâ; Başkurt toplumunda bir kız bir eve gelin gittiğinde kadınlar tarafından köy yakınlarındaki bir ırmak kenarına götürülür; su geline, gelin suya gösterilir ve gelinin süslerinden bir parça koparılarak suya atılırmış. Müslüman Türklerin su ve insan ünsiyetine ne kadar benziyor.
Beşir Ayvazoğlu’nun “Su zevki, çeşme estetiği” yazısına göre, kadîm Türk kültüründe suya kutsallık izafe edilirmiş. Sir-Derya ve Amu-derya ırmağı civarında yaşayan Türkler suda ölmeyi şeref sayarlar ve suya gömüldükleri takdirde günahlarından arınacaklarına inanırlarmış. Suya o kadar büyük bir hürmet gösterirlermiş ki, Oğuzlar, sırf su kirlenmesin diye yıkanmaktan çekinirlermiş. Efsaneye göre Dede Korkut elinde kopuzuyla ölümü, Sir-derya ırmağı üzerine serdiği bir seccadede beklemiş. Bu inanış sûfîlerin “suya seccade salma” kerametiyle benzerlik taşıyor. (Ayvazoğlu, Osmanlı Su Medeniyeti Sempozyumu Bildiriler Kitabı-Pdf-, İst., s.109)
Dede Korkut kitabındaki hikâyeye göre, evi düşmanlarca yağmalan Salur Kazan kâfir üzerine giderken önüne bir su gelir. “Su Hak dizarın (yüzünü) görmişdür, ben bu su ile haberleşeceğim” der. Yâni suyun “Tanrı’yı gördüğünü” ve kudsî bir varlık olduğunu, sudan haber almak istediğini söyler. Bunun üzerine suya, “Çağnam çağnam kayalardan çıkan su / Büyük büyük ağaç gemileri oynatan su / Hasan ile Hüseyin’in hasreti su / Bağ ile bostanın ziyneti su /Ayşe ile Fatma’nın nikâhı su / Şahbaz atlar içtiği su / Ak koyunlar gelip çevresinde yattığı su” diyerek derdini döker ve “Karabaşum kurban olsun suyum sana /Kamın akan görklü suyun kurumasın” diye dua eder. (Ayvazoğlu, a.g.e., s.109)
ÇEŞMELER İNSANA BENZER; ADI VE YÜZÜ VAR
Bizim medeniyetimizde su deyince çeşme akla gelir. Çeşme ne güzel bir kelime. Bir güzel adı da pınar… Müslüman Türk irfanına göre su, insanların kana kana içmeleri için çeşme kalıbına girerek sevap kazanmaya çalışır. Çeşmeleri insana benzetirim; cömert ve hasbîdir. İnsan gibi adı ve yüzü var. Onun içindir ki bizim insanımız çeşmeleri çok sever. Yaşadığı ve geçtiği her yere önce çeşme yapar. “Mahalle çeşmesi" “Meydan çeşmesi”,“Saraçhâne çeşmesi”, “Köy çeşmesi”, “Çoban çeşmesi”, “Namazgâh çeşmeleri.”
Keşkül dergisinin 2010 güz sayısından, İslâm medeniyetinde suya âb-ı hayat dendiğini, içenin ebedî hayata kavuştuğunu, ölümden kurtulduğunu, öldürülse bile tekrar dirildiğini, ihtiyarsa gençleştiğini, hastaysa iyileştiğini, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz’in bir âb-ı hayat çeşmesi olduğunu, ölü gönüllerin şifa ve ebedî hayat bulduğunu öğreniyoruz.
Kur’ân-ı Kerim’de ve Peygamber Efendimiz’in hadislerinde suya verilen ehemmiyet dolayıdır ki Müslümanlar, en çok da Türkler yol boylarından şehirlerin her köşesine kadar mimarîsi olan çeşmeler yaptırmışlar. Osmanlı Türk asırları çeşme kitabeleriyle dolu… “Çeşme-i âb-ı zülâl (tatlı ve saf su çeşmesi), “Çeşme-i Kevser (Kevser çeşmesi)”, “Çeşme-i Dilküşâ (gönül açan, ferahlık veren çeşme)” (Diyanet İslâm Ansiklopedisi, cilt: 36, s.249)
“KENTLER ÖNCE SUYLA NİKÂHLANIR”
Su, medeniyetin, yâni şehrin olmazsa olmazıdır. Prof. Dr. İskender Pala’nın anlattığı suyun hikâyesinden tadımlık bir bölüm: “Kentler önce suyla nikâhlanır ve bütün zamanların en muhteşem âşıkı sıfatıyla kucaklar mahremini. Su olmayan yerde kurulmaz hiçbir şehir. Şehirleri sulardır imar eden. Su sesinden ve renginden nakışlarıyla bir kanaviçedir şehir. Revnak ve letafet su olup akar sokaklara. Öyle ya, sebiller, çeşmeler, ırmaklar, pınarlar olmadan şehirler oya oya nasıl işlesin…(…) Şehirde daralan ruhların, kuruyan gönüllerin kaçıp sığındıkları ülkedir su.” (İ. Pala, Fuzûlî’nin Su Kasidesi, Uluslararası Su Medeniyeti Sempozyumu Bildirileri Kitabı-Pdf-, s. 109)
“BİR ÇEŞMEYE KAPANSAM / ÇEŞME BANA AÇILSA”
Çeşmeler başlı başına bir edebiyat konusu olmuş; mâniler, türküler, hikâye ve menkıbeler yazılmıştır. Çeşmeden su içmek ne güzeldir. “Hazân vakti erişmeden / Ecel gelip yetişmeden / O çeşmeden bu çeşmeden / Kana kana içsem” demiş bestekâr şairlerimiz. Sezai Karakoç hüzünlü yalnızlığını ve modern zamanla uyumsuzluğunu çeşmenin kaderine benzetir ve kendini çeşmeyle özdeşleştirir: “Benim yalnızlığımdan / damıtılmış çeşmeler / kurumuş unutulmuş / çeşmelerin akışıyım / insanlık içinde” (Gün Doğmadan / Şiirler, s.463) “Ya ben gidip bir çeşmeye kapansam / Ya çeşme bana açılsa / Ya çeşme gelip bende kapansa / Ya birlikte bir ağıt olsak / Kurumuş bir ağıt / Kurumuş bir kan gibi…” (a.g.e., s. 478)
Suyun insana, insanın suya muhabbeti anlatmakla bitmez. Susuzluğun ayak seslerinin duyulduğu bu şeamet çağında suya ağıt yakacağımız günler gelmeden su şarkıları söyleyelim.(ilbeyali@hotmail.com)