Saat ona doğru, bastonlarına çöke çöke Şıh Mustafa ile Kertel Emmi geldiler. Çok geçmeden de Tinton Ahmet az önce tıslaya tıslaya götürdüğü tahtaları yerine bırakmış olarak hızara döndü. Şıh Mustafa “Şeyhım” diye konuşan, bu hitap şekli ile ün kazanmış, birkaç yıl önce sol yanına inen felci kısmen atlatmış, bastonundan destek alarak yürüyebilen, yürürken sol elini bileğinden itibaren çok da kontrol edemeyen, insanlara kedi yumuşaklığı ile davranan, kimseleri incitmeyen, konuştukça etrafına kadife hışırtısı yayan biriydi. Babamdan büyük gösteriyordu. Babamı pek severdi, babam da ona çok iltifat ederdi. Kertel Emmi’nin girmediği harp kalmamıştı. Ömrünün en az altı yedi yılı savaşlarda geçmişti. Böyleyken şimdi yaşlanmış, bastonuna dayanarak ancak yürüyebiliyordu. Yaşının yüzü geçtiği söylenirdi. Dahası dişlerinin tamamı döküldükten sonra ağzında, küçük çocukların dişlerine benzer kuzu dişleri çıkmıştı. Görmüştüm kuzu dişlerini. Yine dinçti ama dizlerine söz geçiremiyordu artık. Dizleri de kendisini taşımakta nazlanıyorlardı. Nazlanmaktan öte, bazen isyan ediyor, oturduğu yerde bırakıyorlardı. Oturduğu yerde bırakılmak da bu kaç savaşın gazisinin ağırına gidiyor, bazen kendi kendine, bazen de halini soranlara dizlerinden yakınıyordu.
Çabuk sinirlenen biriydi. Haksızlığa tahammülü sıfırdı desem abartmış sayılmam. Kızdığı zamanlar şiddetle ayağa kalkacak gibi yapar, işte bu zamanlar ben onun sıçrayıp kalkmasını, elindeki bastonu tüfek gibi yahut kılıç gibi tutarak hışımla yürümesini beklerim ama Kertel Emmi beklediğim gibi birden kalkamaz ya da zorlanarak, bastonuna dayanarak ancak kalkar, gençliğinin serçe gibi çevikliğinden eser kalmamış, tam tersine, hareketleri kaplumbağa hızına düşmüş olarak yürürdü. Hamalımız Tinton Ahmet de birkaç harbe katılmış eski bir askerdi. Askerlerimizin pek çoğunun kaçarak kurtuldukları Yemen Harbi’ne de katılmıştı. Maraş Harbi’nde Fransızlara karşı savaşmış, harp kazanıldıktan sonra Mustafa Kemâl Paşa’nın emrinde Yunan Harbi’ne koşmuştu. Kendini övmek için değil ama söz açıldığı zaman Yemen’den tutun da, Mustafa Kemâl’le İzmir’e yürüyüşlerine kadar, anılarının önemli kısımlarını heyecanla anlatmaya dururdu. O yıllarda altmış yaşının üzerinde gösteriyordu. Beyaz tenli, sarışına yakın kumral, mavi gözlüydü. Haftada bir sakal traşı olurdu jiletle; saç traşını daha da ihmal eder, neredeyse iki ayda bir otururdu berber koltuğuna. O civarın tartışmasız en yiğit hamalı oydu. Kalın keresteleri sırtına alır; arada bir, kerestenin ucunu yüksekçe bir yere koyarak dinlene dinlene götürürdü. Açık teni bu durumlarda kıpkırmızı olur, saçlarının arasından minicik dereler gibi aşağılara doğru süzülen terler en sonunda sivri çenesinden aşağıya, şıp diye damlardı. Bazen kütükler ince olursa ikisini bir bağlar, herkese parmak ısırtarak ter içinde götürürdü. Bir defasında üç ince kütüğü ustalıkla bağlayıp sırtlamış, dahası belki dağılıp çözülürler diye, gideceği yere kadar konmadan götürmüştü de babam nazar olur endişesiyle kendisini uyarmıştı. Tinton Ahmet’in yiğitliği dillere destandı. Onun yiğitliği; Köroğlu’nun Gürcistan Seferi gibi dilden dile anlatılır, harpten harbe seğirtmiş bu yaşlı, fakir ve mütevazı insan, masal kahramanı gibi saygı görürdü, en başta da tabii ki benim gözümde.
SAYFA YIRTMA GELENEĞİ
Üç ahbap, derin bir muhabbete dalmışlardı… Kış gelmeden önce, yaz sıcağında suyu kurumuş göllerin toprakları gibi çatır çatır çatlayan damlarını, geveze çocukların çıkıp da beş on tanesini un ufak ettikleri kiremitleri elden geçirmeleri gerektiğinden; kışlık odunu kimden alacaklarından, kaç eşek yükü odunun kış boyu kendilerine yeteceğinden, evlerindeki ahşap ambarlara kaçar çuval buğday koyduklarından, buğdayların tortçu mu, sarıbursa mı olduğundan konuştular. O yılların kış hazırlığı, Ahır Dağı’nın şurasından burasından kesilen dal odunlarıyla yöre buğdayından yapılan bulgur, dövme, nişe, unluk ve tarhana idi. Bunlar insanların fakirlik ayıracı idi. Aileler bulgur kaynatmamışlarsa, hele tarhana yapmamışlarsa fakir sayılırlardı. Onlar için mahalle muhtarı ve âzâları kollarını sıvarlar, neredeyse emri vaki yapar gibi, durumu yerinde olan insanlardan, varlıklı ailelerden toplama yaparlar; incitmeden, horlamadan o ailelere verirlerdi. Kent küçük, mahalleler ufak, nüfus azdı. Ailelerin durumları herkes tarafından bilinirdi. Herkes herkesi, kitap gibi okurdu. Yardıma ihtiyacı olan ailelere, durumu iyi olan aileler bir şekilde ama mutlaka, askeriye emriymiş gibi yardım ederlerdi. Bir sayfa yırtma olayı vardı ki Türkler bu gelenekleri ile ne kadar övünseler bana az gelirdi. Sahi, bu gelenek başka kentlerde de var mıydı? Puslu anılarımdan biri de buydu…
(Not: Değerli yazarımız Hacı Ali Özturan Covid-19 rahatsızlığı nedeniyle Hastanede tedavi altında, bu yazıyı okuyan bütün dostlardan yazarımız için dua bekliyoruz)