Sadece saatlerin değil, hayatın durduğu 6 Şubat sabahı saat 04:17’de, bata Kahramanmaraş, Hatay ve Adıyaman olmak üzere 10 ilde, Türkiye’nin değil, dünyanın değil, bana göre tarihte eşi benzeri görülmemiş depremle birlikte öldük. Depremle birlikte gömüldük, depremle birlikte enkaz altında kaldık.
Enkaz altında kalan sadece insanımız değildi, ahlakımızdı enkaz altında kalan. Belki de kurallarımızdı, kurallara riayetimizdi. Her ne olursa olsun, kendi evimizi kendimize mezar yapan anlayışımızdı, işleyişimizdi, vicdanımızdı, hırsımızdı, kazanma arzumuzdu, doymak bilmeyen iştahımızdı.
04:17’de meydana gelen 7,7’lik deprem belki tek depremdi, belki de bazı uzmanların değerlendirmesiyle iki depremdi. 6’dan büyük artçılar ve tam 9 saat sonra meydana gelen 7,6’lık ikinci ya da üçüncü deprem büyük hasar bıraktı. Adıyaman özelinde değerlendirirsek, Adıyaman’ın şehir merkezinin tamamına yakını kullanılmaz hale geldi. Yıkılan binalar, ağır hasarlı binalar, hemen yıkılması gereken binaları yan yana topladığınızda şehir merkezi diye bir şeyin ortada kalmadığı daha net görülecektir.
Her depremde olanın aksine bu depremde tek merkezde değil, 10 ilde, ilçe ve köylerde de meydana gelmesi nedeniyle depremin alanı ve yıkıcılığı çok büyük oldu. Arama kurtarma, Adıyaman’a uzak kaldı. Özellikle Adıyaman’a girişin olduğu üç noktada yolların zarar görmesi, ilk üç gün istenen yardımın gelmesine engel oldu. Bu süreçte hem insanımız mağdur oldu hem de enkaz altında kalanlara ulaşmak zorlaştı. Binlerce, belki de on binlerce insanımızı kaybettiğimiz depremde, millet olarak çok büyük zarar gördük. Neredeyse her ailenin bir veya birden fazla cenazesi çıktı. Göçük altında çıkanların çoğu kalıcı hasar gördü. Koca bir kent taziye evine döndü. Acılar, gözyaşları, dramlar, farklı farklı hikâyeler, depremin ağır bilançosunu bir drama çevirdi.
Bütün bunları o anları yaşayan ve o anlara tanık olan herkes biliyor. Yine herkes biliyor ki, bu ve buna benzer depremleri hasarsız atlatmanın en önemli yolu sağlam binalar yapmaktır.
Kendimize, sevdiklerimize mezar olacak binalarda oturmak, oturmak için çabalamak, ömür tüketmek, para harcamak, emek vermek anlamsızdır.
Çürük binayı yapan müteahhit ne kadar suçluysa, ucuz olsun diyen bizler de suçluyuz. Ona onay veren her memur her idareci de suçludur. Belki bu kadar insanın can vermesinde hepimiz, topyekûn sorumluyuz, suçluyuz.
Kitabın cildine, insanın suretine, binaların boyasına bakarak kaybettiğimiz öze inmeyi yeniden bulmak zorundayız. Kitabın içeriğidir önemli olan. İnsanın düşüncesidir, değer yargısıdır, merhametidir, vicdanıdır, yüreğidir; rengi, güzelliği, çirkinliği değil. Tıpkı kitap ve insan gibi, binaların da tipi, boyası bizi depremlerden muhafaza etmez. Bizi muhafaza edecek olan, hepimiz için ‘en güvenli’ bildiğimiz evlerimizin gerçekten sağlam ve güvenli olması, bunu gerçekten istememiz ve arayışımızı da buna göre yapmamızdır.
Deprem oldubitti, onulmaz yaralar açtı ama bir daha olmaması, yaşanan her depremde yeniden enkaz altında kalmamamız için öncelikle değişmemiz gereken anlayışımız olmalıdır. Biz yandık, bizden sonraki nesiller, bir başka deyişle kendi çocuklarımız, torunlarımız ve onlardan olacaklar etkilenmesin diyorsak, onlara sağlam binalar, kullanışlı şehirler ve bozulmaz kurallar bırakmak zorundayız.
Yoksa da her seferinde hepimiz ölürüz, bazılarımız da gömülürüz. Tıpkı Adıyaman’da olduğu gibi…