İnsan kaygısını duymadığı bir mevzuda yazamaz, kalem oynatamaz, kelam edemez. Denebilir. Nedir ki insan çektiği sıkıntı hakkında düşünür. Zihninde yer eden o derdin izini kelimelere döker.
Sokakta yürürken binaların absürt mimarisinden başlayan bir tablo beni rahatsız ediyor. Yaşamımızın her sahasındaki uyumsuzluk beni sıkıyor. Sadece beni sıkmadığını düşünüyorum. Hemen herkesin şikayetçi olduğu toplumsal sorunlarımız var. Bu sorunların temeline inmek istiyorum. Temelde bizi biz yapan değerlerimiz neydi ve o değerlerin neresindeyiz?
Hiç kelimesi varlığın zıddı yokluk anlamına gelmekle birlikte şimdilerde bazı yüzükler de, tesbih imamelerinde, duvar resimlerinde Osmanlıca yazılışlarıyla arzı endam etmekte. Hiç nedir? Hiçlik kavramı kadim tarihimizde ne anlama gelir? Bunları düşünmek bu konuyu günümüzde her şeyi doyasıya yaşamak isteyen insanımızın yaşamıyla yan yana getirmek, kıyaslama yapmak istiyorum.
Her şey zıddıyla kaimdir. Zıddıyla bilinmeyen şey yok. Belki de kaderimizin bir tezahürü olarak, geçmişte yaşadığımız yüksek medeniyetinin zıddı olarak; avam ve havasın her kademesinde bayağılığın zirvesini yaşıyoruz. Geçmişimizin değerlerinin zıddı bir çağdayız denebilir.
Hiç, kadim düşünce tarihimizde çok şey ifade eden bir sözcük. Hiçlik makamların en ulaşılmaz noktasıyken şimdi toplumsal olarak her şeye sahip olma hastalığına tutulduğumuz söylenebilir.
Bu öyle bir çöküş ki İslami şuurla yetişmesi en büyük etiketi olan genç kızımız ayaklarını tavana uzatıp resim çekilebiliyor, bununda marifetmiş gibi sergilemekten geri durmuyor. Belki de ayakkabılarının kaliteli, pahalı olduğunu vurgulamak istediğindendir.
Şimdi hemen herkesin sosyal medya kullandığı gerçeğini anımsayalım. Birşeyleri paylaşmak hastalığımızı düşünelim. Neleri paylaşmıyoruz. Gidip gördüğümüz yerler, yediğimiz yemekler, sahip olduğumuz eşyalar, hatta yatak odamızı, ailelerimizi, çocuklarımızı paylaşıyoruz.
Eskiler şan ve şöhret ölümdür derlermiş. Şimdilerde ise hemen her yıl ses yarışmaları düzenlenir oldu. Yedisinden yetmişine hemen her meşrepten insan yetenek yarışmalarında boy gösterme sevdasına tutuldu. Buna bir de YouTube gibi sosyal mecralar da ün kazanma sevdası eklendi ki şehrin en ücra köşesindeki çaycı dahi ünlü olma aşkıyla yanıp tutuşmakta.
Bende ne cevherler var ki kimse bilmiyor ben şu işleri herkesten iyi yaparım diyen diyene. Doymak bilmez nefslerimizi azdıran bir çağda yaşıyoruz.
Ekran çağındayız. Hemen herkesin elinde, cebinde, duvarında, karşısında bir ekran ve o ekrana tutuklu milyonlarca fert.
Bütün bunlardan azad olmanın yolu nedir? Yokluk şuuru, eskilerin fena dedikleri o makamı toplumuzun az ve öz bir kesimi biliyor.
Hani balık bilmezse Halık bilir, sağ elin verdiğini sol el görmesin diyenler de var.
Hiçlik makamı eskilerin ulaşmak istediği makamdı. Bu makamın bir diğer tabiri ise fena bulmak. Yani ölmeden evvel ölmek.
Şimdilerde herşeyi doyasıya yaşamak kaygusu güden bizler için bu hal pek anlaşılabilir değil.
Anlamak için çaba sarf etmek, konuyu irdelemek gerekiyor. Önce nefsinden vazgeçmek, varlığını yavaş yavaş silmek. Bilinmek sevdasını terk etmek.
Necip Fazıl'ın sözleriyle;
Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim; Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim; Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.
Bilinmezlik makamına ulaşmak. Hiçlik potasında erimek ne mümkün! Bu öyle bir kayıp meta ki en kıymetli cevherimizin bu olduğunu düşünüyorum.
Yalnızca ruhani bir aydınlanma değil bir medeniyet tasavvurunu inşa edecek bir kelime hiçlik.
Şimdilerde İKİGAİ adlı bir kitap elime geçti. Kitap Japonların uzun yaşam formülünü anlatma kaygısıyla yola çıkmış. İki seyyah uzun ve sağlıklı bir yaşam süren Japonların felsefelerini anlatmaya çalışmış. Eser Batılı bir gözle yazılmış. Yazarlar Japonların sade hayatlarına hayran kaldıklarını anlatıyorlar.
Konu hakkında daha önce yazılmış bir çok kitaba gönderme yapan eser pek de özgün değil.
Neden bu konuya girdiğime gelince Asya'da da bizdeki hiçlik makamına benzer felsefeler var Taoizm gibi Konfiçyüscülük ve Budacılık düşünceleri de dünyadan el etek çekmenin huzurun anahtarı olduğunu ifade eder.
Eskilerin bir lokma bir hırka dedikleri mesele.
Sözün özü insan sahip olduğu mal, makam, şöhret kadar mutsuz oluyor denebilir. Batı'nın önemli düşün adamlarından Karl Justav Jung der ki; 'Batılı insan bir gün doğulu bilgenin eteklerine kapanacak ve bana yaşamayı öğret diyecektir.'
Batı toplumu ki buna bizim toplumumuzu da ne yazık ki ekleyebilirsiniz. Yoga merkezlerinde, meditasyon kitaplarında yaşamın anlamını araya dursun biz toplumsal olarak o arayıştan da uzağız.
500 yıl evvel inşa edilen taş yapılar günümüzün milyarlık projelerinden daha hayranlık uyandırıcı. Kültürsüzlüğün zirve yaptığı bu çağda camiler sadece garip ve gureba için değil ruhlarımız içinde bir sığınak olarak kalmıştır.
Oysa hayatımızı tepeden tırnağa anlamlandıracak kavramlar yanıbaşımızda gizli. Öyle bir medeniyete yabancıyız ki caminin minaresinden tesbihin imamesine her eşyayı ve kavramı yoğurmuş hercümerc etmiş. Anlamlandırmış. Eşyayı ve ruhu bütünleştirmiş bir medeniyeti kaybettik.
Biz ise geçmişini inkar eden bir mirasyedi gibi ahmaklığın zirvelerinde yaşıyoruz. Bin yıl kullandığımız elif-ba gözümüze batıyor. Bin yıllık medeniyetimiz ortaçağ barbarlığı gibi takdim ediliyor.