Hızara vardığımda, planyanın vınlamasını duydum. Babamla, kalfamız Hamza Çavuş işe çoktan başlamışlardı. Hamza Çavuş, tezgâhın üzerine istiflenmiş bir sürü tahtayı tek tek planyada siliyor, babam da makinenin diğer ucundan çekip dükkândaki bir sütuna dikey olarak diziyordu.
Hamalımız Tinton Ahmet, babamın kabaca dizdiklerini sihirbaz gibi dokunarak düzeltiyor, biraz sonra ipiyle sırtlayıp Tanrı bilir nereye götüreceği şekilde istifliyordu. Planyanın öteki ucuna ben geçtim, babam da başka bir işle uğraşmaya başladı. Hamza Çavuş’un aslında çok da kıllı olmayan koluna üğüntüler, talaşlar yapışır, ben de imrenerek kollarına bakardım. Benim koluma yapışmaları için talaşların, üğüntülerin tam karşısına kollarımı tutardım ama yine de istediğim gibi yapışmazlardı. Sinir olurdum…
Bir daha, bir daha kollarımı talaşlara tutardım. Kollarımdaki tüylere talaşlar yapıştığında birden boyumun uzayacağına, aklımın artacağına, kalfalaşacağıma inanırdım sanki. Yapışsalar uzar mıydım acaba? Ben veya kardeşlerim, işin bir ucundan tuttuğumuzda babam çok sevinir, bizleri hayata hazırlanır gibi görünce içinden ruhunun derinliklerine bir huzur sinerdi. Bayağı keyiflenirdi. Sanki evlenmişiz de kendi evimizi geçindirecek olgunluğa erişmişiz gibi sevinirdi. Böyle durumlarda, kalaylı bir ot kutusundan sağ elinin işaret parmağı ile (bu parmağını planyanın bıçağına kaptırmıştı da, dört dikişle bir ayda ancak iyileşmişti) bir tutam ağızotu alır, alt dudağı ile dişleri arasına yerleştirir, fazlasını üfürür, sonra da işine bakardı. Ağızotu ağzını sulandırdıkça da yerlerde uçuşan üğüntülerin, talaşların üzerine tükürürdü. O talaşlar yeşil bir yaprak açmış gibi olurdu. Gövdesinin toprağa en yakın yerinden kesilmiş, dalları budanmış, dallarıyla beraber yaprakları da bir kenara ayrıldıktan sonra atların sırtında, kolculara yakalanmadan hızarımıza ulaştırılmış tomruklardan çıkan talaşlara yeşil yeşil tükürdükçe talaşlar yaprak açıyor gibi gelirdi bana. Bu yapraklar iğne yaprak olmaktan çıkar, çoğu zaman erik yaprakları şeklini alırdı, bağımızdakiler gibi.
O yıllarda saat dokuzda çay molası da verilmezdi işyerlerinde, inşaatlarda. Güneş iyice küçülüp, dağların üzerinden bir portakal gibi arka tarafa yuvarlanmaya başlayınca iş bırakılır; babam da, Hamza Çavuş da elbiselerindeki talaşları iyice silkeledikten sonra hızarın kapısını kilitleyip evlere dağılırlardı. Güneş batıp hava kararmaya başladığında yıldızlar görünürdü bir bir. Ortaokul öğrencisi olarak, yıldızların her zaman olduğunu ama güneşin parlaklığından görünmediklerini bilirdim de hiç aklıma gelmezdi işin bu tarafı. Geceleri kardeşlerimle ayaz damında yattığımızda gökyüzündeki yıldızlara, yıldız kümelerine bakarak onları birbirimize gösterirdik. Şu terazi derdik söz gelimi, büyüklerden duyduğumuz gibi, şu ülker… Sonra, çoban yıldızı, zühre… Kayan yıldızlara bakarak heyecanlanır, dilek tutardık, dileğimizin kabul olunacağından kuşku duymadan. Bir de, yıldız gibi her gece havada dolaşan, büyüklerimizin peyk dedikleri uzay araçları dolanırdı gökyüzünde. Ecnebiler aya gidiyormuş, derlerdi. Aya gidilir miydi ki? Şuradan Antep’e giderken kamyonlar Karabıyıklı’da su kaynatıyorlar; havadan aya kadar nasıl gidilirdi. Dindar insanlar, aya gidilemeyeceğini, Kur’anda yeri olmadığını söylüyorlar, daha az dindarlar da kâfir veya günahkâr olurum korkusuyla o konuda fikir beyan beyan etmekten kaçınıyorlardı.
İşi gırgıra vurup, “Allah onlara tekmeyle vurunca tepe taklak eder,” diyenler bile oluyordu. Köroğlu Ali gibilerse; uçaklar nasıl uçuyorsa uzay araçlarının da öyle uçtuğunu, ayın dünyaya çok uzak bir mesafede olduğunu ama uzay araçlarının da ona göre yakıtları bulunduğunu, belki de beş on gün sonra aya bayraklarını dikeceklerini, biz Türk milletinin de teknolojiye çok yatırım yapmamız gerektiğini, burada boş boş oturup elin uzay aracını konuşacağımıza bizim de çalışmamız gerektiğini uzun uzun anlatır dururdu, bir kısım insanların gocunmalarına, yönlerini başka tarafa çevirmelerine, suratlarını ekşitmelerine aldırış etmeden.