Ne zaman minicik bedenlere uzanan iğrenç ellerle karşılaşsak, ne zaman şiddet olayları insan aklının, vicdanının ve merhametinin ötesine geçse, toplumun büyük bir kesimi “idam” diye bağırır ve bunun çözümünün idam olduğunu, yağlı urganın çözemeyeceği sorun kalmadığını söylerler. Bunu söylerken gerçekten inanarak mı söylerler, yoksa o anki öfkenin bir patlaması olarak mı, bilinmez.
Kuşkusuz o cani veya o caniler, o an toplumun tümünün eline geçse, bir kaşık suda boğulacaklarına kuşku duymuyorum. Bunun örneğini de tarih boyunca görmüşüz; hem bizde, hem Ortaçağ Avrupa’sında hem de Amerika’da…
İdam isteyenlerin çoğunluğu İslam şeriatının bir ceza uygulaması olan “Kısasa Kısas”ı örnek göstererek, kısasta hayır olduğunu belirten ayetten de örnek verirler. İşin garibi, yine bu insanlarımızın çoğunun “İslam Şeriatı” diye bir derdinin olmamasıdır.
Tıpkı adında “İslam” olan ülkeler gibi…
İslam’ın hiçbir sosyal ve içtimai yönünü/kuralını uygulamayan bu ülkeler, söz konusu vatandaşı korkutma ve sindirme olduğunda İslam Şeriatının ceza konularına sımsıkıya sarılırlar. Hırsızlık yapanın elinin kesilmesi de buna örnektir. Oysa aynı kesim de çok iyi bilir ki, bir hırsızın elinin kesilmesi için devletin en az 27 kuralını eksiksiz uyguluyor olması gerekir. Bunlardan sadece birisi hırsızın işsiz olmaması diye ipucu verebilirim.
Eğer siz kısasa kısas istiyorsanız, o zaman suçluyu, suç işlemeye iten/götüren bütün yolları da tıkamış olmanız gerekir. Taşları bağlayıp, itleri serbest bırakmak, sizi kuduz köpeğin saldırısından kurtarmaz.
Lafı elbette idama karşı olduğuma getirmek istemiyorum, zaten idama karşı birisiyim. Çünkü asıl söylemek istediğim devletlerin, ceza vermekte oldukça cömert, cezaya giden sosyal ve içtimai sıkıntıları gidermede de oldukça pinti olduğudur.
Yine adaleti sorgulanan bir yerde, idam istemek toplu katliamdan farksızdır.
“Taciz” ve “Tecavüz” gibi kolay suçlamanın yapıldığı konularda “idam” demek, “geri dönüşü mümkün olmayan yola sapmak” demektir.
Çünkü dünyada en kolay suçlama “taciz” suçlamasıdır. Kalabalığın ortasında “İmdat sapık var” diyen birisinin parmağıyla sizi işaret ettiğini dahi anlamadan hayattan kopup gidebilirsiniz. Çünkü o kalabalığın aradığı adalet değil, infazdır; mahkeme de kendileridir, cellat da…
Tersi de olabilir tabii…
Taciz edildiği halde kimsenin inanmadığı, inanmayacağı kadınlarımız, kızlarımız da olabilir.
Güçlüysen taciz iddiası örtbas edilir veya “yeni bir ilişki” olarak algılanır ama güçsüzsen, fakirsen, “sapık” olarak suçlanırsın.
Dikkat ederseniz “suçlu” olanı pek söylemiyorum, “suçlananı” söylüyorum. Yani henüz ispatlanmamış bir suçtan bahsediyorum. Daha ne olduğunu bilmeden linç etmeye meraklı bir kitleden söz ediyorum.
Konuyu araştırmadan karar veren bir kitlenin olduğu yerde, masumiyeti kanıtlamak pek mümkün değildir. Bunun için peşin hüküm vermeyen, olayı sonuna kadar araştıran, soruşturan bir toplum gerekir ki, bu toplumun niyeti cezalandırmak değil, masumu korumak, suçluyu da hak ettiği cezaya çarptırmak olmalıdır; linç etmek, anlamadan, dinlemeden, medyanın yönlendirmesiyle sonuca giden olmamak gerek.
İyisi mi yazının başında verdiğim söze döneyim ve size üç güzel film tavsiye edeyim.
Bunlardan birincisi bütün kovboy filmleri…
İçinden seçin, hangisini izlerseniz izleyin.
Ama orada anında darağacı kurup, asmak için uğraş verenlerin suç dosyasına da bakın. Çoğunluğu at hırsızı tiplidir. Hayatı boyunca işlediği suçun çetelesini tutmaya kalın ciltli defter gerekir. Ama o ve onun gibi olanlar yakaladıkları kişinin suçlu olduğuna, kendilerinin temiz kaldığına ve cezanın da derhal verilmesi gerektiğine inanırlar. Ya da kendi kendilerini kandırmanın farklı bir yolu…
İlk taşı günahsız olanımız atsa, recmedecek bir tek suçlu bulamayız. Ama ne ilginçtir ki, ilk taşı atan da, son taşı atan da kendisini “yargı” yerine koyup, delillere bakmadan karar verebilecek kudrette görebiliyor.
***
İkinci filmimiz merhum Necip Fazıl Kısakürek’in eserinden önce tiyatroya, sonra sinemaya uyarlanan ve bana göre “adalet” ve “merhamet” konusunda başyapıt sayılabilecek Reis Bey filmidir…
Senaryosunu ve yönetmenliğini Mesut Uçakan’ın üstlendiği Reis Bey filminin başrolünde Haluk Kurtoğlu var. Belki çoğunuz bu filmi izlemişsinizdir ama naçizane tavsiyeme uyarak bir kez daha izleyin…
***
Üçüncü ve son film tavsiyem, orijinal adı Jagten olan, Thomas Vinterberg’in yönettiği Onur Savaşı filmidir. Filmin başrolünde Mads Mikkelsen var.
Önerdiğim üç filmi izlediğinizde önyargılardan arınamazsınız/arınamayız biliyorum ama belki bir kez daha sorgulama şansı yakalarsınız.
Çünkü özellikle ülkemizde yaşadığımız “puslu” dönemlerde kimin suçlu, kimin suçsuz olduğuna bile halen karar vermiş değiliz. Bir dönemi suçlarken, o dönemin suçladıklarını da suçlu ilan eden ilginç bir ülkeyiz. Buna 12 Eylül ve 28 Şubat çok canlı örnektir. Biz hem o darbeyi yapanları suçluyoruz hem de o darbeyi yapanları yargıladıklarını suçlu görüyoruz!
Adaletle ilgili film tavsiye etmiyorum, çünkü sadece yargımızın değil, kafamızın da henüz adil ol(a)madığının farkındayım.
Bu kadar olumsuzluğun olduğu yerde, asıl sorunun insan yetiştirme olduğu da daha net anlaşılır.
Kuşkusuz minicik bedenlere dokunanların cezası bana göre de idam gibi “ağır” bir cezadır. Belki de bunu hep ertelememin nedeni, “adaletinden emin olduğum” bir yüce makam bulamadığımdandır.
Unutmayın, idam istemek çok kolay; masum bir başbakanın ipte sallandırıldığı bir ülkede ise idam demek, cesaret ister!