Adam öyle bir “ahhh” etti ki, ciğerinin delindiğini sandım. “Ahhh ulan ahhh” diye devam etti, “O yetki bende olacaktı ki, gör bak neler yapıyorum”.
O yetki o adamda olmadığı için neler yaptığını görme şansım hiç olmadı. Bundan sonra da olur mu, bilmiyorum. Olsa da ben görür müyüm, onu da bilmiyorum.
O adamın, o işi yapacak kapasitesi var mıydı, doğrusu bunu benim ölçme şansım da yoktu, öyle bir fırsatım da olmadı.
Ama o adama göre o işi yapacak kabiliyet kendisinde var, sorun fırsat verilmemesi.
Çoğumuza verilmediği gibi.
Çoğumuzun da çok fazla fırsata sahip olduğu gibi.
Ya da bazılarımızın kaçırdığı fırsatlar gibi…
“Fırsat” lafı bana çok doğru gelmiyor.
Bilmiyorum, sanki hak edilmemiş bir şeyi alacakmışım gibi geliyor. Orada öylece duran ve bana ait olmayan bir şeye el uzatacakmışım gibi geliyor. Elimi uzatacakken geri çekiyorum. Tenimin kor bir aleve tutulduğunu, cayır cayır yanacağını düşünüyorum. Tıpkı elektrik çarpmasında olduğu gibi elimi ani bir tepkiyle çekiyorum.
Fırsat dediğimiz şey tam böyle değil biliyorum ama nedense bana o çağrışımı yapıyor.
Ama o ahh çeken bilmiyor ki, beni hayal kırıklığına uğratan o kadar ‘yetkiyi alan’ gördüm ki, yetkiyi alana kadardı tanışıklığımız!
***
Tarihte ilk kim söylemişse güzel söylemiş; “Mevla’m kimine at verir, meydan vermez; kimine meydan verir, at vermez”
Belki de bu sözü ilk söyleyen, iyi bir at binicisidir ama atı yoktur.
Belki de atı vardır, meydanı yoktur.
Tabi tersi de olabilir.
Atı da meydanı da bulunabilir ama iyi bir at binicisi değildir.
İyi bir binicidir ama her ikisine de sahip değildir.
Bu örneği müteahhitler verseydi; “Mevla’m kimine inşaat alanı verir, müteahhit vermez; kimine müteahhit verir, inşaat alanı vermez” derdi.
Yazarların bu tarz bir şikâyeti olsaydı; “Mevla’m kimine yazma kabiliyeti verir, yazacak yayın bulamaz; kimine yazacak alan verir, yazma kabiliyeti vermez” derdi.
Bu örneği her meslek için çoğaltmak mümkün ve her meslekte de benzer şikâyete rastlayabiliriz.
Bütün bu şikâyetleri topladığınızda, “iş hayatında hak yerini bulmuyor” diye kestirip atabilirsiniz.
Olaya salt iş hayatı olarak baktığınızda, dünyayı koca bir fabrika olarak görür, herkesin de tıkır tıkır kendi alanında çalıştığına şahitlik edersiniz.
Ama hayat sadece iş hayatından ibaret değil. Bunun sanatı da var, sporu da var, aile hayatı da var, sosyal hayatı da var.
İş hayatı dediğinizde yöneteni de var, yönetileni de. Hatta yönetenleri yönetenler de var.
Aynı anda birden fazla iş yapanı da var, bir köşede duran altın bileziğe sahip olanı da.
Hem iş hayatını hem sanat hayatını yürüteni de var.
Çok kazanan meslekler de var, hiç kazanmayanlar da.
Üç kuruşa talim edenler de var, üç kuruşa talim edenlerin bir ömürlük kazancını bir tek imzayla alanı da var…
“Mevla’m kimine at verir, meydan vermez; kimine meydan verir, at vermez”
Bu sözün sebep olduğu ortama alıştık, “kader” deyip boyun büküyoruz.
Ama asıl kötü olanı, meydan ve at meselesi değil, daha kapsamlı bir haksızlığın söz konusu olması.
Bir atı olanlar var, bir de at olanlar…
Yuları elinde bulunduran sürücü de var, sürücünün boynuna yular takan gizli eller de…
Meydan da onun, at da onun, “atın üstünde çalım satmaktır senin hakkın” diye piyon olarak kullanılanlar da var. (Siyasette buna daha sıklıkla rastlayabiliriz.)
Benim derdim at ve meydan değil.
Ne atım var, ne meydanım…
Ama atı meydanda koşturacak beceriye sahibim, öyle biliyorum, herkes gibi.
Önemli olan o ata ve o meydana sahip olduktan sonra atı çatlatmadan, başı dik bir şekilde meydanın dört bir yanında koşturabilmek ve son hamlede öne geçebilmek…
Mesele at ve meydan meselesi değil, mesele sahip olanlarla, sahip olduğunu sananların güç savaşıdır. Bizim gibi “züğürtler” için değişen bir şey yok.
Dün de yoktu, bugün de yok, muhtemelen yarın da yok olacak. (En iyisini Allah bilir)
Çünkü bizden önde olanlar var her zaman.
Atı olanların bir adım önde olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Yani paran varsa, zenginsen zaten diğerlerinden üstünsün…
Bir de üstünlükler var; bazı şehirler üstündür, bazı kimlikler üstün, bazı yerlerde bazı görüşler öne çıkar. Yani hayata kendi renginden bakanlar, aradığı rengi bulmakta zorlanmaz.
Bir şey bilmene gerek yok, bir şeyden anlamana gerek yok, birilerine yakın dur, el öp, etek öp, “emrindeyim” de yeterli.
Ata binmeyi bilmeyenlerin altına at verilir.
Meydanı turlamaktan aciz olanlara meydan…
Belki hem atı olmaz hem meydanı ama her ikisine de sahip olacak “ayrıcalığı” bulunur.
Yazının başına aldığım ahh vah eden adamın derdi, “benim kabiliyetim var kardeşim, bana fırsat verilmiyor” diye haykırmaktır.
Ama aslında hiç kimse, bir diğerine “çıkarsız” fırsat vermiyor.
Tıpkı servet gibidir at ve meydan meselesi; kimine oluk oluk, kimine damla damla, kimine damla bile fazla!