Konuşma

.

   “Hayvanlar koklaşa-koklaşa, insanlar konuşa-konuşa anlaşırlar.” Böyle demiş atalar. Konuşmak evrensel boyutlu bir etkinliktir. Toplumsallığın da en belirleyici olgusudur. Bireysel ya da toplumsal her türlü düşüncenin, duygunun ve bilgi akışının iletişim aracıda geniş ölçüde odur.

   Konuşma, insan yaşamında en önemli gereksinimlerinden biridir. Gıda, su, hava kadar gereklidir. Ruhsal açıdan doyum ve boşalım aracımızdır. O olmadan iç dünyamız doyuma ulaşamaz. Bir yanımız boşta kalır. Uygar bir yaşamda konuşmanın işlevini nasıl göz ardı edebiliriz ki?

   Konuşmanın kendisi kadar yeri, zamanı,edebi, inceliği, içeriği, düzeyi, bölüşümü ve üslubu da önemlidir. Bu nedenle konuşma bir sanattır, bence. Her sanatın ustaları olduğu gibi konuşma sanatının da ustaları olması  doğaldır, sanıyorum.

   Geothe: “Bir konuşmacının başarısını sağlayan, güzel konuşma sanatıdır.” der. Konuşmanın içeriği kültür zenginliğinden beslenir, şekillenir, renklenir ve çeşitlenir.  Buna inanıyorsak, bilgilenme işlevini diri ve sürekli  tutmanın gereği yadsınamaz.Bilgilenme sözcük dağarcığını da besler. Sözcük sayısının zenginliği bir dilin,gelişmişliği ile de bağlantılıdır, elbette. Sözcük dağarcığı fakirleştikçe, konuşmanın düzeyi de düşer, bence.

   Bir de sözcükleri işleme sanatı vardır: Nasıl, fırçayı eline alan her kişi, resim yapamazsa, acemi bir kullanımda en güzel sözcükler telef olup-gider. Bu nedenle konuşmada dilin kullanımı öne çıkar. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.” Ya da “Kılıç yarası onar da dil yarası onmaz.”atasözlerindeki bire birlik iletiye katılmamak olası mı?

    Ayrıca dilin kullanımı kadar, dille işlenen düşünsel, fikirsel, duygusal ve sanatsal değerlerin zenginliği de anlatıma öz kazandırır. Etki ve ilgi alanını genişletir.

    Görülüyor ki konuşmanın edebi, inceliği, ya da kabalığı, sertliği de özen gösterilmesi gereken önemli bir  ayrıntıdır.

   Kimilerinin dilinde sözcükler balta, kılıç, ok olur. Keser, yaralar, batar acıtır. Kimilerinde ise yağ, bal olur, tatlandırır. Pınar olur, dupduru akar, iç açar. Güneş olur, içimizi ısıtır. Işık olur, kafamızı aydınlatır.

    Öyle ya, konuşma bu olumlu işlevleriyle hem haz duygumuzu beslemeli, hem de boşalıma-doluma (şarj-deşarj)olanak sağlamalıdır. Bir o kadar da bilgilenme, bölüşüm ve sosyalleşmenin iletişim aracı olmalıdır, bence.  

   Günlük yaşamın çeşitli kesimlerinde bu dileğimize aykırı düşen görüntülere sık-sık tanık oluruz. Özellikle sohbet meclislerinde ukala tiplerin kahrı hiç çekilmez. Hangi taşı kaldırsanız, onlar çıkar altından. Çoğu zaman bilgisizliğin, tutarsızlığın, sezgisizliğin tuzağına düşerler. Gelin görün ki bunun bilincine bir türlü varamazlar. Daha baştan saygınlıklarını yitirirler. “Kaş yapayım derken göz çıkarmak” deyimi bunları yermek için söylenmiş olmalı.

    Kimileri de hep kendisi konuşmak ister, bencilce. Başkalarına söz hakkı tanımadan, dinleyenleri ilgilendirip-ilgilendirmediğine bakmadan en küçük ayrıntılara kadar götürürler sözü. Karşıdakilere düşünme, yorum yapma, soru sorma hakkı bile tanımazlar.

    İşin bu boyutunda konuşmanın düzeyi, bölüşümü de göz ardı edilmemeli diyorum. Konuşma konusuyla dinleyici arasında bir bağlantı-örtüşme yoksa, gereksiz yere  zaman  ve emek  tüketmiş  olmaz mıyız?

    Konuşma yaşamın her alanında gerekli ve geçerli bir iletişim aracıdır. Bu aracı yeterince ilkelerine uygun şekilde kullanabildiğimizi sanmıyorum. Bu nedenle birey ya da toplum olarak iletişim bozukluğu yaşadığımızı gözlüyorum.

    Bu olumsuzlukta eğitimsizliğin payı, göz ardı edilmemelidir. Hala ulus olarak çağdaş bir düzeyde buluştuğumuzu söylemek oldukça zordur. Yeterince okuma, araştırma alışkanlığından yoksunuz. Bunun yerine kulağımızı ve çenemizi kullanma kolaylığına tutsak etmişiz kendimizi.

    İyi bir konuşmacı ya da dinleyici olmak kolay değil, elbette. İsterseniz bu konuyla ilgili atasözlerine kulak verelim: “Söz gümüşse sukut altındır.”  “Çok konuşan çok yanılır.” “Kendi konuşur, kendi dinler, o adamın boşudur. Kendi konuşur, herkes dinler, o adamın hasıdır.” “Konuşmasını bilmeyen, dinlemesini de bilmez.”

    Montesguıeu, der ki: “İnsan ne kadar az düşünürse, o kadar çok konuşur.” katılıyorum bu görüşe: Kimi insanlar, konuşmuş olmak için konuşurlar. Çal çene-boşboğazlık türünden. Ne söylediklerini ya da ne söylemek  istediklerini düşünmeden, bilmeden.

    Bakarsınız kimi meclislerde her kafadan bir ses çıkar. Kim konuşur, kim dinler bilinmez. Çoğu zaman konuşanı çok, dinleyeni yok bir çal çene meclisine dönüşür, ortam. Bu ortamda çok bağıranlar, daha çok dinlendiklerini, onaylandıklarını sanırlar.

    Burada bir Eskimo anekdotunu anımsadım. Hazır yeri gelmişken anlatayım:

   Eskimolarda haklı ve haksızı ayırmak için taraflar jüri önünde kıyasıya bir konuşma yarışına tabi tutulurlarmış. Kimin ne konuştuğu değil, konuşmayı yüksek sesle sürdürmesi önemliymiş, hem de karşıdakinin sesini bastırarak. Sonuçta kim erken yorulursa, o kaybeder, daha soluklu olan kazanırmış.

   Bizim çalçeneler için böyle bir yarış düzenlenebilir mi? Düzenlenirse nasıl bir sonuç alınır bilemem. Ancak bu tür bir yarışmada, ne jüri üyesi, ne de dinleyici olmak istemezdim, doğrusu.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yazarlar Haberleri