“Tarihi unutan milletlerin coğrafyasını başkaları çizer..”
Öncelikle Kore Savaşı ile ilgili tarihi bir kez daha hatırlayalım: Kore Savaşı 1950-1953 yılları arasında yapılan, Kuzey Kore ile Güney Kore arasında yapılan savaştır. Soğuk Savaş’ın ilk sıcak çatışması olmuştur. Savaş, ABD ve Müttefiklerinin, daha sonra da Çin Halk Cumhuriyeti’nin müdahalesiyle uluslararası bir boyut kazanmıştır. Kore Savaşı sonunda Kore’nin bölünmüşlüğü korunmuş ve bugüne kadar gelen birçok sorunun ana kaynağı olmuştur. Savaş, 2007’de Güney Kore ve Kuzey Kore arasında imzalanan barış antlaşmasına değin kâğıt üzerinde devam etmiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’nin Japonya’ya savaş ilanı üzerine Amerika Savunma Bakanlığının “38 nci paralelin kuzeyindeki Japon kuvvetlerinin Sovyetlere, güneyindekilerin de Amerikan Komutanlığına teslim olmaları” önerisi üzerine Sovyet kuvvetleri 12 Ağustos 1945’te Kuzey Kore’yi, Amerika kuvvetleri de 8 Eylül 1945’te Güney Kore’yi işgal etti. 38 nci paralelin ara hattı olarak ilan edilmesi üzerine Kore artık güney ve kuzey olmak üzere ikiye bölündü. 1945′de Kore’nin, Japonlardan kurtarılırken ikiye bölünmesi bu ülkeyi komünist ve antikomünist dünya arasında en çetin bir çatışma alanı haline sokmuştu. Güneyde bir Demokratik Kore (15 Ağustos 1948 ) , kuzeyde de Kore Halk Cumhuriyeti ( 12 Eylül 1948 )’in kurulmasından sonra, 25 Haziran 1950′de kuzeyin taarruzu ile iç harp başlamış oldu. Bu durum bir taraftan Birleşmiş Milletlerin ’in diğer taraftan Çin ordularının savaş alanına girmesine yol açmıştı. Güney ve Kuzey Kore’yi birleştirmeye çalışan B.M komisyonu bunu başaramamıştır. Kore anlaşmazlığının sürüp gitmesinde Batılı devletlerle ve özellikle Amerika (ABD) ile Sovyetler Birliği(Rusya) arasında, dünya sorunları hakkında bir anlaşmaya varılamamasının büyük payı vardır. Kore anlaşmazlığı, 25 Haziran 1950 sabahı Kuzey Kore’nin, Güney Kore askerlerinin 38 nci paralel boyundaki sınırı geçtiklerini ileri sürerek, sınırı teşkil eden 38 nci paralel boyunca saldırıya geçmeleriyle sıcak savaşa dönüştü. Bu durum karşısında Amerika’nın isteğiyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 25 Haziran 1950’de toplantıya çağrıldı.
Güvenlik Konseyi, Kuzey Kore’nin Güney Kore’ye saldırmakla barışı bozmuş olduğuna karar verdi. 25 Haziran 1950’de, Birleşmiş Millet Konseyi, ABD’nin talebi üzerine Kore’ye müdahale kararı aldığında, Güney Kore’ye asker göndermeyi ilk teklif eden ülke Türkiye olmuştu. Demokrat Parti hükümetinin BM Genel Sekreterine yazdığı niyet mektubu meclis tarafından oybirliği ile onaylandıktan sonra Kore’ye gönüllü bir milis gücü toplamak üzere bir dernek kuruldu. İddialara göre derneğe ilk günde üç bin kişi başvurmuştu. Bu gerçekten şaşırtıcıydı, çünkü ABD’de bile bu kadar gönüllü yoktu. Birleşmiş Milletlerin saldırıyı durdurmak ve anlaşmazlığı barış yoluyla çözmek amacıyla yaptığı girişimleri hiçe sayan Kuzey Kore, taarruzu başlatarak Seul’ü ele geçirdi. Bunun üzerine 27 Haziran 1950’de Birleşmiş Milletler, üyelerini Güney Kore Cumhuriyeti’ne yapılan saldırıyı karşılama ve bu bölgedeki milletlerarası barış ve güvenliği geri getirecek yardımlarda bulunmaya çağırdı. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu on altı devlet Birleşmiş Milletlerin çağrısına cevap verdi ve bu devletlerin gönderdiği yardımlardan Birleşmiş Milletler Kuvvetleri teşkil edildi. Kore’deki Birleşmiş Milletler Kuvvetlerinin Başkomutanlığına 24 Temmuz 1950’de Amerikalı General Douglas Mc Arthur atandı.
KORE SAVAŞINDA TÜRKİYE
Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasındaki 259 subay, 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 erbaş ve er olmak üzere 5090 kişilik 1. Türk tugayı, 17 Eylül 1950’de İskenderun limanından hareket ederek 12 Ekim 1950’de öncü takım Pusan limanına ulaştı ve 17 Ekim’de ana birliği de Pusan’dan karaya çıktı. Aynı gün Pusan’dan hareket ederek 20 Ekim’de Taeg’a varıp, süratle kuzeye doğru ilerleyen Birleşmiş Milletler ordularına iştirak etti. 10 Kasım’da Taeg’dan hareket ederek 21 Kasım’da Kunuri’ye vararak Amerikan 9. Kolordusu’nun sağ kanadında konuşlandırıldı.
24 Kasım 1950 sabahı kuzeye Çin sınırına doğru ilerleme emrini alan tugay Kunuri’den hareket ederek Kaechon, Sinnimni, Wawon boyunca Tokchon’a doğru yola çıktı. Ancak Çin Halk Gönüllü birlikleri cephenin arkasına sızmaya başladı. Durumu farkeden Amerika ve Güney Kore birlikleri ricat etmeye başladılar. Ancak Türk tugayına ricat emri geç ulaştı. 1. Taburun etrafı kuşatılıp süngülü çatışmaya girmek zorunda kaldı. Ricat harekâtını sağlamak için sonuna kadar direnen 3. Tabur 9. Bölük imha edildi. Geri kalan Türk birlikleri ise Chongchon nehri boyunca geri çekildi.
17 Ekim 1950 günü Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasında resmi rakamlara göre 5.090 kişilik bir tugayla dahil olduğumuz Kore Savaşı’nda üç yıl boyunca 24.882 askerimiz görev yaptı. Savaştan bize miras kalan, yine resmi rakamlara göre 721 şehit, 2.147 yaralı, 346 hasta, 234 esir, 175 ‘kayıp’, bedensel ve ruhsal açıdan sakatlanmış yığınla insan, akli dengesi bozuk insanlara takılan ‘Koreli’ lakabı ile Türkiye’nin NATO üyeliği oldu. Savaş sırasında Türk askerleri 13 muharebeye dahil oldular, bunlardan dördü ‘tarihe geçti’. 27-29 Kasım 1950’de yaşanan Kunuri Savaşları, askeri tarihimize ‘destan’ olarak kazındı.
Kore Gazisi Elbistanlı Hüseyin Dedeler: Savaşın başlangıç rüzgarları, dönemin hükümeti tarafından yurdumuza çağrıldı. Gelen bu fırtına Maraş’a da ulaşmıştı. Maraş’ta ki askeri birlikte Kore’ye gönüllü olmak isteyen erler seçildi. Seçilenlerin içinde yeni asker olmuş olan Hüseyin Dedeler’de vardı. İçinde tarif edilmez bir duygu okyanusundaydı sanki. Sevinsin mi, üzülsün mü bilemiyordu. Yine de içi kıbır kıbırdı. Her şeyden önemlisi vatanına hizmet ediyordu. Nereye gideceğini, sadece sözcüklerle biliyordu. Adını bile duymadığı, hangi diyarda olduğunu bilmediği, sanki kaf dağının ardında bir ülkeydi orası. Yolculuk yaklaşırken, eğitimlerin şeklide değişmiş ve ağırlaşmıştı. Eğitim sırasında çok ilginç bir olay yaşamıştı. Komutanları olan Albay, babayiğit ve gür bıyıklı ve sert duruşlu bir subaydı. Eğitim sırasında arkadaşlarından biri komutana şöyle seslenmişti:
- Komutanım sizden korkuyorum!
- Neden evladım?
- Gür bıyıklarınız seni çok heybetli yapıyor ve bizlere korku veriyor. Keşke bizde de olsa.
Komutan bu saf Anadolu delikanlısına uzun uzun baktı. Derin bir iç çekti “Bugünden sonra bu bölükte bıyık serbesttir.” dedi. Ve ardından ekledi “Sizlerde gür ve havalı bıyıklarınızla Kore’de düşmanı korkutacaksınız” diyerek Mehmetçiğin alkış tufanı içinde iştimayı dağıttı.
Derken o önemli gün geldi çattı. Maraş’tan otobüslere bindirilen seçilmiş askerlerle birlikte İskenderun’a doğru yolculuğumuz başlamıştı. Otobüsü için bir şenlik içindeydi, kimi türkü söylüyor, kimi köyünü anlatıyor, kimi de fırtına öncesi sessizliğe bürünüyordu. Komutanlar moral olsun diye sık sık topluca marş söyletiyorlardı. Hepimiz coşku içindeydik, ne yaptığımızı bilmiyorduk. Ama en büyük tesellimiz ne yapıyorsak vatanımız için yapıyorduk. Bu ruh hali hepimizi rahatlatıyor ve mutlu kılıyordu. Bir günlük yolculuktan sonra İskenderun Limanı’na ulaşmıştık. Hayatımda ilk defa deniz görüyordum, gerçi hepimiz öyle idik. Bu büyük su karşısında oldukça şaşkındık. Limanda koca koca gemiler dizilmiş vaziyette yolcularını bekliyordu. Türkiye’nin her tarafından gelmiş Türk askerleri liman alanına içtima oluyorlardı.
Ben ilk defa orada öğrendim bu yolculuğumuzun gemi ile olacağını. Bir korkumu desem, ürpertimi desem, acayip bir haldeydim. Hayatım boyunca değil gemi yolculuğu, gemi bile görmemiştim. Onun içindir ki herkes korkusunu içinde tutarak, Türk askerine yakışır şekilde hareket etmemizin gerekliğine inanıyorduk. Çünkü limanda olduklarını sonradan öğrendiğim Amerikalı askerler ve subaylar cirit atıyordu. Onların karşısında Türk askerinin heybetli duruşunu gösterecektik. Benim bildiğim kadarıyla Elbistanlı yedi kişiydik ve birbirimize yakın bölüklerdeydik. Bazen karşılaşıyor, o kısacık zamanda Elbistan’ı ve köylerimizi ve de köyde bıraktıklarımızı birbirimize anlatarak sıla özlemlerimizi birazcık ta olsa hafifletiyorduk.
17 Eylül 1950’de İskenderun Limanı’ndan Tuğgeneral Tahsin Yazıcı’nın komutasında, gemilere binerek yolculuğumuz başladı. Tekbir sesleriyle dualara başlamıştık…ilk defa bindiğim için, tam kavrayamamıştım. Çavuşlar gelerek deniz tutmasına karşı hap dağıttılar, fakat buna rağmen çok arkadaşımı deniz tuttu. Başı dönenin, kusanın hattı hesabı yoktu. Zor şartlarda yolculuk yapıyorduk, çünkü yanaştığımız limanlara inmemiz yasaktı, gemiyi hiç terk etmiyorduk. Bu şartlar altında komutanların verdiği bilgiye göre; biz öncü birlik 12 Ekim 1950’de Kore’nin Pusan Limanı’na ulaşmıştık. Biz burada beş gün bekledik, bizden sonra ana birliğimiz 17 Ekim’de limana gelerek karaya çıktı. Aynı gün Pusan’dan hareket ederek 20 Ekim’de Taeg’a varıp, kuzeye doğru ilerleyen Birleşmiş Milletler ordularına iştirak ettik.
Burada beklemeye alındık. Biz Türkler her yemeyi yemediğimiz için, yemek sıkıntısı oluşmaya başlamıştı. Fakat öğrendiğimize göre çevrede dağ geyikleri vardı. Onları avlamaya başladık, böylece askerlerimiz bolca geyik eti yemeye başladı. Hele Koreliler her şey yiyordu, ne bulsalar yiyordu. Her türlü böceği, her türlü vahşi hayvanı yiyorlardı. Biz Müslümanlara acayip geliyordu.
10 Kasım’da Taeg’den hareket ederek 21 Kasım’da Kunuri’ye vararak Amerikan 9. Kolordusu’nun sağ kanadına konuşlandırıldık. Komutanlarımız bu bilgileri bizlere veriyordu. 24 Kasım 1950 sabahı kuzeye Çin sınırına doğru ilerleme emrini alan Tuğay Kunuri’den hareket ederek Tokchon’a doğru yola çıktık. Ancak Çin askerleri ( Çin Halk Gönüllü Birlikleri) cephenin arkasından sızmaya başladılar. Durumu fark eden Amerikalı ve Güney Koreli askerler geri çekilmeye başladılar. Fakat bizi orada bıraktılar. Sonradan öğrendik ki geri çekilme emri bize bilerek geç ulaştırılmıştı. Çinlilerle göğüs göğse çarpışıyorduk. Çok kalabalıktı, vurmakla tükenmiyorlardı. O kadar zor şartlar altındaydık ki, geceyi gündüzü birbirine karıştırmıştık, her taraf insan uzuvlarıyla dolu idi. Şehit arkadaşlarımızın bedenlerini kendimize siper ediyor düşmana ateş açıyorduk. Dillerimizden “ALLAH” sesi eksik olmuyordu. Komutanlarımızın naraları ile coşuyor ve Allah Allah nidaları ile süngü süngüye vuruşuyorduk. Sayısını bilmiyorum ama şehitlerimiz ve yaralımız oldukça çoktu. Ben vurulmadım ama yanımda şehit olan ve yaralanan arkadaşlarımız vardı. Komutanlar tembih ediyordu “yaralıya su vermeyin ve çatışma bitene kadar da yaralıya yardım için takılmayın, yoksa sizde vurulursunuz “ diyorlardı.
Hüseyin Dedeler, şöyle geriye yaslandı derin bir iç çekti. Sanki o anı yaşıyor gibiydi ve gözlerini bir noktaya dikti, uzun süre öyle durdu ve sonra hatırlamışçasına bize döndü ve coşku ile anlatmaya devam etti.
Bir ara ateşkes sağlanmıştı, bazen böyle olurdu. Bu sırada ben onbaşı olduğum için asker bir asker yanıma geldi, “Gusül abdesti” alacağını söyledi. Bizim savunduğumuz cephenin biraz ilerisinde göl vardı oraya gitmek istiyordu. Benim izin verme yetkim olmadığını bunu komutana söylemesini istedim. O da Üsteğmenin yanına gitti ve izin istedi. O da vermek istemedi, çünkü etraf düşman kaynıyordu, başına bir şey gelebilirdi. Ancak asker çok ısrar etti. Bunun üzerine silahsız olarak gitmesine izin verildi. Epey bir zaman geçti, baktı ki 30- 40 kişilik düşman askeri elleri havada bizim birliğe doğru geliyorlar arkalarında da elinde tüfek bizim asker. Herkes şaşkın! Komutan sordu ”ne oldu?” “Efendim abdest almıştım ki bunlar geldiler ve beni çevirdiler. O an her şeyin bittiğini zannettim. Allaha yakardım, yardım et dedim. O an içimde bir ses duydum. Bu ses “kayaların arkasına geç” diyordu. Hemen elim deki matarayla kayaların arkasına geçtim ve matarayı onlara doğrultum. Hepsi silahlarını atarak teslim oldular, ben de şaşırdım onları önüme kattım buraya getirdim. Daha sonra komutanlarımızın dediğine göre sorguda bu düşman askerleri, onun elinde ki matarayı lav silahı zannetmişler, o yüzden teslim olmuşlar. Sonra gözleri doldu o askeri bir daha görmedim dedi.
Hiçbir yardım gelmemesine rağmen birliklerimiz, (Chongchon) nehri boyunca geri çekildik. Meğerse Amerikalılar bizden umudu kesmişler, imha olduğumuzu zannediyorlarmış. Bağlantı kurulunca çok şaşırmışlar. Öğrendiğimize göre bizim orada ki kahramanlığımız Amerikan 9. Kolordusunun yok olmasını engellemiş.
HÜSEYİN DEDELER VE ADNAN GÜLLÜ
Daha sonra Sosori şehrinde Tugayımıza gelen 8.Ordu Komutanı Amerikalı General Walker tarafından şunları söyledi: “Kahraman Türk evlatları: Size şahsım, ordum ve Amerikan milleti adına teşekkür etmek için gelmiş bulunuyorum. Görevinizi fedakârane bir şekilde yaptınız. Eğer sizin düşmanı durdurmak için kahramanca çarpışmanız ve mukavemetiniz olmasaydı, ordum kuşatılarak çok zor durumlara düşecek, belki de imha edilecekti…” bu olayda Türk askerlerine madalyalar verilmişti benimde madalyam vardı, evimin taşınması sırasında kaybettim. Not: (şehir ve bölge isimlerini Kore Gazimiz Hüseyin Dedeler’in anlatımından yola çıkarak bulduk, çünkü Korece olan isimleri kendisi söyleyemiyordu)
Aradan yıllar geçti, oğlu Gazi Dedeler’in verdiği bilgi göre: Kıbrıs Savaşı başladığında babam hep radyonun başında ağlayarak haberleri dinlerdi. Babam niye ağlıyorsun? Diye sorduğumuzda da “Oğlum siz savaşın ne olduğunu bilmezsiniz, Allah bu milletimize savaş yüzü göstermesin diye dua ederdi.” Diğer oğlu Abdulkadir Dedeler şöyle bir anekdot anlattı: “1985 yılında Suudi Arabistan’da işçi olarak çalışıyordum. Bir gün Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad ‘da bulunan Türk ataşesi beni aradı. “Senin baban Kore Gazi’si mi? diye sordular, bende evet dedim. Burada bir Güney Kore şirketi var, Kore Gazilerinin çocuklarını arıyorlar, bizde araştırdık siz çıktınız, ne zaman uygunsanız sizi bu kişi sizi ziyarete gelecek diyorlardı. Bende Cuma günü gelsinler dedim. Çünkü orada Cuma resmi tatildi. Birçok hediyelerle yanımıza geldi, babalarımıza şükranlarını sundular “Allah Türk Milletinden ve devletinden razı olsun, onlara çok şey borçluyuz” dedi. Duygulandım, bütün gün beraber olduk, Sonrada karşılıklı olarak babalarımızın dan dinlediğimiz anıları birbirimize anlatırken bu savaşı adeta yeniden yaşıyor gibiydik. Orada anladım ki Kore sadece bir savaş değil, iki milletin yazgısının bir bedende bütünleşmesiydi.
Sonuç: Türkiye’nin Kore savaşına katılma sebeplerinden ilki NATO şemsiyesi altına girmekti. İlgi çekici bir nokta da, Türkiye’nin NATO’ya katılmasına ABD’nin itirazı olmadığı halde, NATO’nun küçük üyeleri ile İngiltere, bu işe en fazla itiraz edenlerin başında geldi. Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika gibi küçük devletler, Sovyet tehdidine en fazla ve en ağır şekilde maruz bulunan Türkiye’nin NATO’ya katılması halinde, Sovyetlerin buna sert bir tepki göstererek, hemen bir savaş yoluna gitmesinden korktular. Bu devletler, NATO’yu bir güvenlik supabı olarak görmekteydiler. Yoksa Sovyet Rusya’ya karşı hemen savaşa girebilecek bir ittifak sistemi olarak almak istemediler. Bu devletlerin bu itirazı, Türkiye’nin NATO’ya katılmasında geciktirici bir faktör olmuştur. Ancak İngiltere, Nato’ya katılmadan önce en önemli şartını sundu.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Kut-ül Amare zaferi, Irak’ın Kut kentinde İngiliz Ordusuna karşı elde edilmişti. 29 Nisan 1916'daki bu savaşta İngilizlerin 6’sı general, 476’sı subay olmak üzere toplam 13 bin 309 askeri esir alındı. Türk ordusu Çanakkale’deki büyük zaferin hemen birkaç ay sonrasında yeni bir zafere imza atmıştı. Osmanlı İmparatorluğu ordusunun son zaferi, Britanya'nın (İngiltere) da önemli askeri yenilgilerinden biri olarak tarihe geçen bu olay zaman içinde unutuldu. Kut-ül Amare Zaferi, Türkiye'de 1952 yılına kadar Kut Bayramı olarak kutlanmaya devam etti. Ancak Türkiye'nin NATO'ya üye olmasının ardından İngilizler, bayramın kaldırılması için baskı yaptılar. Baskılar üzerine de Türkiye, bayram kutlamasına son verdi. İngilizlerin baskısı o kadar yoğundu ki Kut-ül Amare zaferi ve Kut Bayramı'na yönelik tarihi bilgiler, okullardaki tarih kitaplarından bile silindi. Unutturulmak istendi. Türkiye bu önemli tarihi geçmişine sünger çekerek Nato’ya girdi.
Bütün şehitlerimizin ruhları şad olsun, mekanları uçmağ olsun…