Korku ve evham veren şu korona günlerinde kalbinizi ve dimağınızı ferah tutmak ve mânen güçlü olmak istiyorsanız tasavvuf ve tekke kaynaklı türküler dinleyiniz. Hangi ülkenin mûsikisi, türkülerimiz kadar ezgi zevkinin üstünlüğü yanında dinî bir vecibeyi gönül dilinden terennüm edebilir? “Şu mübarek günde küsmek olur mu / Uzat ellerini bayramlaşalım / Tanrı selâmını kesmek olur mu / Uzat ellerini bayramlaşalım.”
Allah için, gönül diliniz için şu türküyü kimsenin olmadığı bir yerde döne döne okuyup sonra da kendinize bir bakın neler değişmiş? “Mecnun'um Leylâ'mı gördüm / Bir kerecik baktı geçti / Ne söyledi ne de sordum / Kaşlarını yıktı geçti / Soramadım bir çift sözü / Ay mıydı, gün müydü yüzü / Sandım ki Zühre yıldızı / Şavkı beni yaktı geçti / Ateşinden duramadım / Ben bu sırra eremedim / Seher vakti göremedim / Yıldız gibi aktı geçti / Bilmem hangi burç yıldızı / Bu dertler yaralar bizi / Gamze okun bazı bazı / Yâr sineme çaktı geçti / İzzetî, bu ne hikmetmiş / Uyur iken gördüm bir düş / Zülüflerin kement etmiş / Yâr boynuma taktı geçti.”
Eğer dünyanın geçiciliğine, dünya malına tamah etmenin bedbahtlığına, dünya hayatının sonunda insana irfanından ve imamından başka bir şey kalmayacağına inanıyorsanız dilinize hangi türkü gelir? “Parsel parsel eylemişler dünyayı / Bir dikili taştan gayrı nem kaldı / Dost köyünden ayağımı kestiler / Bir akılsız baştan gayrı nem kaldı.”
“GEL HA GÖNÜL HAVALANMA/ENGİN OL GÖNÜL…”
Kimi zaman insanın gönlü havalardadır, mağrurdur ve dünyevî imkânları öne çıkardığı görülür. Böyle hâllerde dinimiz gibi, türkülerimiz de ince ve derininden nasihat eder: “Gel ha gönül havalanma / Engin ol gönül engin ol / Dünya malına güvenme / Engin ol gönül engin ol.” Sırf bu türkü, bu milletin dünya görüşünü anlatmaya yeter. Modern mûsikinin ruhsuz ve hamlığını, modern şiirin mâna ve edebî sanat kısırlığını vicdanınıza danışarak şu mübarek türkümüzle bir kıyas ediniz. Hangisinde Türk dilinin su gibi akan ahengini, kısa mısralarla derin mazmun, cinas, telmih ve teşbih sanatını bulabilirsiniz? “Seherde bir bağa girdim / Ne bağ duydu ne bağbancı /El vurup güllerin derdim / Ne bağ duydu ne bağbancı / Bağın kapusunu açtım / Sayın ki cennete düştüm / Yâr ile tenha buluştum / Ne bağ duydu bağbancı....”
Bu türkü ki anlayarak dinleyenin gönlü dert görmez, kalbine leke düşmez ve mânen felâh bulur. Ârif olan bilir ki, seher vakti, dünyanın dönüp yeni güne başladığı ilk anlardır. Ehl-i tasavvuf ve âşık olanlar bu vakti saadet sayarlar, derûnlarında yatanın zuhur etmesini ve inşirah bulmasını bu vakitte arzu ederler. Tasavvufta “Bağ”, cennet; “Bağbancı” da cennetin sahibi demektir. Bu türkünün anlattığı âşık, nasıl divane bir âşık ki, “seherde bağa girdim, bağın kapısını açtım, yani cennetin kapısından girdim ve anlayın ki cennete kavuştum” diyor. Sonra da yâr ile (Hakk'ın nuru ile) tenhada (ıssız ve yalnızca) buluşuyor. Mecazen bağın güllerini koklayıp gönlüne çekiyor. Bu ulvi eylemi yaparken de aşkında ne kadar samimi ve terbiyeli ki geldiğini ne bağa, yani cennetin kendisine ve ne de bağın tüm nimetleri için gelmediğini ispat için bağbancıya, yani cennetin sahibine duyuruyor. Sadece O'nun nûrundan bir parça olan gülden arzusu kadar koklayarak muradına erip çekip gidiyor. İşte bu türküde âşık, bu “hâli” gönlünde yaşıyor ve kalp diline döküp şathiye söylüyor. KALBİMİZİN DOSTU DUA ÜSTÜ TÜRKÜ DİNLEMEKTİR
Büyük dertlere mi kaldınız? Sevdiğinizden ayrı mı düştünüz? Evlâdınız yahut beyiniz ölümcül uzun gurbetlere mi çıktı? Size yağmur gibi gözyaşı döktüren, sabrınızı taşa döndüren bir duygu ve düşünce içindeyseniz, “Ne ağlarsın benim çeşm-i siyahım / Bu da gelir bu da geçer ağlama / Göklere erdi feryâdım âhım / Bu da gelir bu da geçer ağlama” diye başlayıp “Yusuf sabır ile vardı Mısır'a...” diye devam eden türkümüzü dinimizden ilham alan manevî bir esrar olarak kalbinize defalarca çekiniz. Hangi edebî sanatlarda, “Ah yavru yavru”, “Ey oğul oğul”, “Anam anam”, “Uy babam” gibi sevgi ve bağlılığın en kalbî olanını bulabiliriz? Yüreğinize vuran bir derdi, bir şikâyeti, bir sevdayı, bir onulmaz yarayı haykırmak ve etrafınıza duyurmak istediğinizde sizi ancak bir bozlak kurtarır o an. Genç olup da düğünlerde ve kafadengi arkadaşlar arasında şu türküyü söylemeyen var mıdır aranızda: “Değmen benim gamlı yaslı gönlüme / Ben bir selvi boylu yârdan ayrıldım.”
“YİNE TAZELENDİ YÜREK YARASI”
Arkasından “Derdim çoktur hangisine yanayım / Yine tazelendi yürek yarası” türküsünü mutlaka söylemişizdir. Bir eski zaman göçer hayatının insanı olalım bir ân. Şu türkünün anlattığı sevdayı, samimiyeti, içtenliği idrâkten mahrum bir gönül düşünülebilir mi? “Göç göç oldu göçler yollar dizildi / Uyku geldi elâ gözler süzüldü.”
Gurbete çıkmış yârinin hasretinden kıvranan birinin yüreğini hangi türkü coşturur dersiniz: “Yârim senden ayrılalı / Hayli zaman oldu gel gel / Bak gözümden akan yaşa / âb-ı revan oldu gel gel.” Bu hâl içinde yanan birinin diline şu türküde gelebilir hemen: “ Ağlama yar ağlama / Mavi yazma bağlama...”
Hangi modern şiir ve mûsiki, “Tutam yar elinden tutam / Çıkam dağlara dağlara / Vay ağam, ey şahım, ey eyvah, eyvah ey / Olam bir yâreli bülbül / İnem bağlara bağlara” türküsü kadar az sözle erdemli bir aşkı derin ve mâna yüklü tedaileriyle verebilir? Hem Mevlâ'sına inanıp şükreden, hem de sevdasının derdine çâre bulunmayışına inleyen bir gönlün sayhaları nasıl olur dersiniz? “Mevlâm birçok dert vermiş / Beraber derman vermiş / Bu öldürücü derde / Neden ilâç vermemiş / Diley diley diley ley” diyen türkü böyle bir gönülden inşirah etmiştir. Yâre ve dosta yazılacak mektup dilinin türkülerde değil de, modern zamanların edebiyatında bulunduğunu sananlar gaflet ve dalâlet içindedirler. İşte dosta yazılacak bir mektubun ilk satırları: “Kurban olam kalem tutan ellere / Kâtip arzuhâlim yaz yâre böyle” türküsüyle başlayıp, “Allı turnam bizim ele varırsan / Şeker söyle kaymak söyle bal söyle / Gülüm gülüm, kırıldı kolum /Tutmuyor elim, turnalar hey / Ah gülüm gülüm, yar gülüm gülüm / Eğer bizi sual eden olursa / boynu bükük, benzi soluk yâr söyle” türküsüyle devam ederek, ardından “Mektup selâm söyle benden sılaya / Söyle benim için eller ağlasın oy oy” türküsünü beyaz kağıda dökmek yetmez mi? Bundan güzel mektup olur mu ey âşıklar?
HUDEY HUDEY TÜRKÜLER
Şu mübarek türkümüz bizi Hz. Peygamber Efendimiz'in sevgisine götürmez midir? Gönül gözümüzü O'nun nuranî güzelliğiyle kamaştırıp aklımızı başımızdan alarak sarhoş etmez midir? Maazallah dünyada hiçbir ortak millî değerimiz kalmamış olsa, farzımuhal sadece bu türkü kalmış olsa, bu millet bu türküyle de yeniden dilini, kimliğini bulup “dirilişe” geçer ve kurtulur. Bu türkünün diline, ahengine, mânasına vurulmayan ve anlamayan ya eblehtir, ya da kötü niyetlidir. Türkümüze kulak verelim:
“DOST CEMÂLİN GÖRDÜM ÂH U ZAR OLDUM”
“Siyah saçlarında hatem yüzlerin / Garip bülbül gibi zareyler beni / Hilâl ebrulerin ahu gözlerin / Tiği sevda ile canım yaralar beni / Hudey hudey hudey yaralar beni / Diley diley diley yaralar beni / Kaşların bismillah, yüzün beytullah / Seni öz nurundan yaratmış Allah / Sevmişem ben seni terk etmem billah / Aşkın hançeriyle canım vuralar beni / Dost cemâlin gördüm âh u zar oldum / Aşkına düşeli sevdakâr oldum / Kalmadı mecalim bi karar oldum / Meğer tabutlara canım saralar beni.”
Batı'nın ruhsuz edebiyat ve düşüncesinin hangi faslında bulabilirsiniz bu türkünün ruhlara verdiği lezzeti ve çağrışımlarını. Hazret-i Peygamber Efendimiz'i seven herkes, kâinatın nûru Resûl aşkına tutulmuş bu mübarek türküyü günde birkaç kez dinlemeli. Şimdi de aziz türkülerin şâhı olan “Seher Vakti Çaldım Yârin Kapısın” ı yoklayalım: “Seher vakti çaldım yârin kapısın / Baktım yârin kapıları sürmeli / Boş bulmadım otağının yapısın / Çıkageldi bir gözleri sürmeli.” Bu mübarek türkümüzün yüzünü açmak fakirin haddi değildir. Bu türkümüz üstüne Ali Yurtgezen hocanın yaptığı şerhin tadımlık bir hülâsasını verelim ki, türkü yârânı kıvranıp dursun:
“Yâr'dan murat, yâr-ı hakikîdir ki Allah'tır (cc). ‘Kapı' dediği âlem-i melekûtun, âlem-i gaybın, nihayetinde halvet-serây-ı vahdetin eşiğidir; harem-i visâle mahrem olmak için ruhsat almak arzusunun izhârıdır. Velâkin kapı sürmelidir. ‘Sürgülü' dahi derler; bağlıdır, feth-i bâb müyesser olmamıştır. Sûfiyye lisanında feth-i bâb ki ‘kapı açmak' demektir, sülûkta makamları aşmak, yahut ruh müşkillerinin halli mânâsınadır. İmdi ‘çaldım yârin kapısın' ‘seher vakti' ile gelince, bu, ‘sabah namazı' olur. ‘kapıların sürmeli' olup açılmaması, namazdan feyz alamamak, hulûs-i kalbi ve huşû'u bulamamaktır. ‘Otağının yapısı' âlem-i mülk yahut âlem-i şühût'tur; zamiri ‘yâr'e, yani Allah'a (cc) râcîdir. ‘Boş bulamadım' dediği, sılaya niyetlenenler için dünya gurbetinin vesîle ve vâsıtalardan hâlî kılınmadığıdır. Nitekim ‘bir gözleri sürmeli çıkagelmiş'tir. ‘Gözleri sürmeli' mürşîd-i kâmildir. Zira mürşîd erbâb-ı nazardır; bakmasını ve görmesini bilir. ‘Sürmeli göz', hem basîretten hem de Hazret-i Peygamber'in (s.a.s) sünnetine ittibâdan kinâyedir. Nasıl ‘sürme' gözün görüş kuvvetini artırır ise, kalplerine tahsis kılınan bir ‘kuvve-i kudsiyye' ile de evliya öylece eşyanın hakîkatini görür. İşbu mürşîd-i kâmilin çıkagelmesi bir lûtf-i ilâhîdir; seher vakti tâatin mükâfâtıdır. ‘Açtırdım kapıyı girdim içeri' dediği, hod-be hod açamadığı kapının bir mürşîd-i kâmil marifetiyle açılması, seyr ü sülûkün ibtidâsıdır.” Hülâsa, Batı mûsikisinin karamsarlığı, hazcılığı ve seküler ferdiyetçiliği yoktur türkülerimizde… (ilbeyali@hotmail.com)