Lataları götürürken sağ omzumun üzerine alırdım. Buradaki kaslar, omuz başımdaki kemiklerimi korurdu. Belki üçüncü latayı bu şekilde dışarıya çıkarırken İbiş Mustafa’nın dükkânının köşesinden güneye doğru başlayan gedikten (Güdüklerin gediği derdik oraya) Lukluk Ağa çıktı.
Masalsı bir görünüşü vardı. Dede Korkut masallarından, kasket giyerek çıkıp gelmiş gibiydi. Elinde; imamesi gümüşten, siyah püskülü upuzun, tek devir, orta büyüklükte, siyah taşlı bir tespih vardı. Hızara doğru geliyordu. Her zamanki gibi başında rengi çoktan solmuş bir kasket; ayaklarında, bazı yerleri kelermiş siyah bir şalvar vardı. Göğüs kısmına aynı renkten yama vurulmuş gri bir gömlek, üzerinde yine rengi solmuş siyah bir ceket vardı. Esmer, orta boylu, kısacık ve topak burunlu biriydi. Lukluk Ağa’nın en belirgin özelliği ise posbıyıklarıydı. Tarih kitaplarında gördüğüm, kulağı küpeli, boynunda iri incilerden yapılma bir gerdanlığı olan Yavuz Sultan Selim’in bıyıklarına benzetirdim onları, tehle düzelttiği zamanlar. Lukluk Ağa üşenmez, tehle bıyıklarının uçlarını kıvırırdı. Her şeyden vazgeçebilirdi ama bıyıklarının bakımında asla! Bıyıkları onun yaşama sebebi gibiydi. Bıyıklarının onu marka yaptığını bilir miydi acaba? Bizim Lukluk Ağa’nın asıl adı Mustafa’ydı. Elli yaşlarında gösteriyordu ellili yıllarda. Çocukluğunu ve delikanlılığını aşçı yamağı olarak, sonraki yıllarını Saraçhane civarında lahmacun satarak geçirmişti. Ta ki, sara illeti onu çalışamaz edinceye kadar. Kendini, yollarda yürürken yürümüyor da uçuyormuş gibi hissedinceye kadar.
Lukluk Ağa, taş duvarların bazen genişlediği bazen daraldığı toprak zeminli gedikten çıktı, yolun tozumasına neden olmak istemiyormuş gibi ağır ağır hızara doğru gelmeye başladı. Belli ki babama doğru geliyordu. Tam bu sırada Güdüklerin gediğinden bir oğlan çocuğu kafasını çıkardı; “Luk luuuk!” diye bağırdıktan sonra gediğin içinde kayboldu. Duvar kovuklarındaki kuş yuvalarının birinden çıkıp bağırmış, sonra da kafasını hızla yuvanın içine çekmiş gibiydi. Görünmüyordu. Lukluk Ağa hızla geriye döndü ama çocuğu göremedi. A harfini uzatarak bağırdı: “Daamarı boklu zilli köçek! Kim lan o!” Lukluk Mustafa, saldırgan biri değildi. Kelimenin tam anlamıyla, kendi halinde biriydi. Sokaklarda dolaşır, bazen dükkânların önüne oturup konuşulanları dinler, dinlerken sisli hayallere dalar, kendisine takılanların çoğuna cevap vermez, çok kızarsa az önce bağırdığı gibi “a” harfini uzatarak “Daamarı boklu zilli köçek!” derdi. Onu kızdırırlardı ama bazen de o kaşınırdı doğrusu. Bulunduğu mecliste birilerine göz kırpar, bıyıklarını oynatır, kısacası, “bana takılan yok mu?” demeye getirirdi. Kendisinin simgesi olan o pos bıyıkları ile kuru bir derenin üzerine köprü yapan Deli Dumrul’un arkadaşı mıydı acaba? Onunla mı gezip tozardı bizim göremediğimiz zamanlarda? Yoksa Boğaç Han’la aşık atar, deli boğaları uslandırmaya mı çalışırdı? Belki de; Dede Korkut’un kopuz çaldığı, boy boylayıp soy soyladığı çadırlarda pos bıyıklarını bura bura oturur, içtiği kımızın esrikliğiyle nara atardı. Babam, güler yüzlü, insanlara çok saygılı bir işadamıydı. Aklını kontrol edemeyenlerle asla uğraşmaz, onlarla dalga geçmez, bu garibanlara harçlık vererek gönüllerini alır, normal insanlarla nasıl konuşuyorsa, onlarla da öyle konuşurdu. Başka zamanlarda başkalarıyla abuk subuk konuşan bu tipler, (şaşırırdım) babamla konuşurken akıllı mantıklı laflar ederlerdi. Onlar da babamı çok severlerdi. Herkes tarafından horlanan, kendisini bu tiplerin tenekeden yapılma oyuncağı gibi hissetmeye neredeyse alışan bu insanlar, babam gibi kendilerine iyi davrananları, sığınacakları liman olarak görürlerdi. Bir şey olsa da şu hızarcı Araboğlu’ndan yana olsam, dahası onu savunmak adına yaralansam diye (Türk filmlerindeki gibi) hayal kuranlar da olur(muy)du. Aslında bütün mahalleli babamı çok severdi. Babam da onlara iyilikle, sevecenlikle karşılık verirdi. Bir gün şöyle bir olay olmuştu: Kaçak keresteleri Güllü halamlara (Mıstı Ökkeş’in evine) istif eder, lazım oldukça tek tek getirtip biçerdik.
Bizi istemeyenlerden biri ihbar etmiş, ormancılar Güllü halamın evinin önüne doluşmuşlardı. İçlerinden birkaçı muhtar Topal Halil İbrahim’den yazı almaya gittiler. Halil İbrahim Amca ormancıları mümkün olduğu kadar oyalamıştı gibi geldi bize. Bu zaman içerisinde babamı seven gençler (babamın en ufak ricası olmadan) Güdükler’in duvarından aşağıya atlamışlar, halamların avlusundaki kaçak keresteleri tıslaya tıslaya yukarıya vermişler, oradan da her birini bir komşunun ahırına götürüp saklamışlardı. Bunları kimlerin yaptığını ormancılar bilmediği gibi, biz de bilmedik. Ancak birkaç gün sonra bizim keresteler tekrar halamların avlusuna indirilmişti. Mahallelinin sevdiği biriydi babam. “N’oldu Mustafa?” dedi Lukluk Ağaya, “kim o?” Lukluk Ağa sert bir şekilde: “Nee bilim ben! Taanımam görmem!” dedi. “Çoluk çocuk onlar Mustafa, sen onlara aldırış etme. Nerden böyle?” “Evden çıktım Araboğlu… Şöyle bir gezeyim de gasefetim dağılsın dedim.” “İyi etmişsin… İskemle getirsinler mi, oturacak mısın?” “Senin hatırın için beş dakka oturayım Araboğlu.” dedikten sonra babama doğru eğildi, bir sır verecekmiş de başkalarının duymasını istemiyormuş gibi sesini alçalttı, “Herkesin yanına oturulmuyor Mustafa,” dedi, “çocuğum yaşındakiler bile dalga geçmeye çalışıyor benimle.” Babamın işaret etmesine fırsat vermeden, âdeta onun kalbindeki alfabeyi okumuş gibi koşarak iskemle getirdim, babamla Lukluk Ağa karşı karşıya oturdular.
Babam, aklı başında insanlarla konuşur gibi Lukluk Ağa ile konuşmaya başladı: “Mustafa, Sümer Lokantası’nda yediğim patlıcan kebabını hiçbir yerde yemedim… Bu kadar lezzetli olmasının sırrı neydi?” diye sordu. Lukluk Ağa da, adaşı babama: “Mustafa,” dedi, “senin gibi hatırlı müşteriler geldi mi ocakçıya tembih ederler. İç yağı var ya, hayvanın karnının etrafındaki iç yağı… İç yağını patlıcan kebabının etrafına sarar öyle pişirirler. İç yağı yemeklere çok lezzet verir. Şimdi bunları bilen usta da kalmadı!” Herkesin kızdırdığı, çocukların bile gediğin başından “Luk luuk!” diye bağırarak kaçtıkları Lukluk Ağa’ya babam en az çeyrek saatini ayırır, onu yatıştırır, onunla eski günlerden konuşurdu.
Yine öyle yaptı, Lukluk Ağa’yı sakinleştirdikten sonra gönderdi. Sonra da arkasından bakarak “Vah Mustafa, vah!” dedi. Çocukluğun verdiği saflıkla, “Essahtan iyi lokantacı mıydı baba?” diye sordum. Babam, benim Lukluk Ağa’ya, (mahallenin çoğu gibi) dalga geçilecek biriymiş gibi bakıyor olabileceğimi mi sezmişti acaba? Öyle de değildim aslında… Lukluk Ağa’nın mâzisini bilmeyenlere onun gençliğini anlatmanın zor olduğunu da biliyordu babam. Yalnızca: “Sen onun; yemek tepsisi üç parmağının üzerinde, Saraçhane’den kırlangıç gibi seğirtişini, insanlara çarpmadan, uçar gibi koşuşunu görmedin ki…” dedi. Herkesin kızdırdığı Lukluk Ağa, babamın bu açıklamasından sonra benim gönlümde, kızdırılmaması gereken, dahası masallardaki kahramanlardan biri olarak yerini almaya başladı. Babamın bu açıklamasından sonra; hayatım boyunca böyle insanlarla dalga geçmedim, onları makaraya sarmadım, onları kızdırarak gönül eğlendirmedim. Benzer lafı, bir de Âşık Veysel için kullanmıştı babam bir tarihte. Ördekdede’deki arazilerimizle ilgilendiği zamanlarda köye konuk olan Âşık Veysel’i, Davut Sularî’yi, Yusuf Kemter’i (Yusuf Kemter’i ben de görmüş, sazını sözünü dinlemiştim. Anlatırım.) Daimî’yi anlatırdı bize.
AGA marka radyomuzdan bu âşıkların türkülerini dinlerken, bize de anılarını anlatırdı onlarla ilgili. Bir gün Âşık Veysel söylerken boş bulunup, “Sesi de çok güzel değilmiş baba,” demiştim Yıldıray Çınar’la, Nuri Sesigüzel’le kıyaslayarak da, “Sen onun gençlik sesini duymadın ki…” demişti bana. Bu değerleri tartacak yaşa geldiğimde Veysel’in ve diğerlerinin ne kadar büyük ozanlar olduğunu anlamış, babama hak vermiştim. Yusuf Kemter’in gözleri görmezdi. Koca divan sazını ne kadar da güzel çalardı, kiraz kabuğundan yapılma mızrabıyla. Koyu renkli gözlük kullanırdı. Gür bir sesi, simsiyah ve upuzun sakalı vardı âşığın. Bir akşam benim de olduğum, rakının su gibi içildiği bir sofrada çalıp söylemişti. En çok da ayran türküsü hoşuna gitmişti büyüklerin. Anladığım kadarıyla, yabancının biri, bir kızdan ayran istiyordu, kız da dile düşerim korkusuyla vermiyordu ayranı: Gurbet ellerinde eğlendim kaldım Güzel cemalini görünce durdum Kız sen bu ayranı taze mi yaydın Hüdanın aşkına doldur ayranı, canım ayranı gülüm ayranı. Oğlan ne kadar ısrar etse de kız ayranı vermiyor, türküsüne türküyle cevap yetiştiriyordu. Törelere göre ayran vermekle umut vermek aynı gibiymiş. Sonunda oğlan kendini tanıtmış türküyle… Meğer kızın nişanlısı değil miymiş bu oğlan? Gurbette yılları geçen nişanlısına kız tam bakamamış ve de tanıyamamış onu. Oğlan açıklayınca kız da onu tanımış. Tanıyınca da vermiş ayranı. Böyle bir şeydi işte…