Hiç işlemediği bir suçtan dolayı müebbet kürek cezasına çarptırılan ve hayatı boyunca da “özgür kalma” adına akla hayale gelmedik zor denemelere kalkışan “Kelebek”in (Papillon) hikâyesini okuyalı çok oldu. Henri Charriere tarafından 1968 yılında yayımlanan ve yazarının başından geçenleri anlatan otobiyografik roman, bir bakıma “esaret”le “özgürlük” arasındaki derin farkı sindirmenize yarıyor.
Moskova’nın en soğuk yerlerinden olan ve genellikle esir kampı haline gelen Sibirya’da yaşanan acıların yer aldığı çok sayıda roman da okuduk.
Kamp ve Ölüm Kampı filmleri de bu tür acıları görsel olarak yaşamamızı sağlayan filmler olarak önemli bir yer tutuyor. Tabii ki Nazi Almanya’sında zulmüyle meşhur kampları da unutmak mümkün değil.
Eskilere gitmeye gerek yok, “esir kampı” veya “mülteci kampı” dendiğinde, ön adının ne olduğuna bakmadan kampların “iyi” görüntüsü olduğuna şahitlik eden pek olmadı.
Hele hele sürekli savaşların olduğu, insanların yerini yurdunu bırakarak bilinmezlere doğru bir umut yolculuğuna başladığı her yerde “kamp” varsa, kampın olduğu her yerde de “insanlık dışı bir yaşam” var demektir.
Daha önce Iraklı mültecileri görmüştük, Saddam’ın zulmünden kaçarak sığınanları. Sonra Saddam’dan daha zalim olan Amerika’nın zulmünden kaçanları…
Şimdiyse babası gibi eli kanlı katil olan Beşer Esad’ın zulmünden kaçanların hayatta kalma yolculuğunun nihayetlendiği kampları biliyoruz.
Doğrusu bugüne kadar mültecilerle ilgili çok yazı yazdım, Suriye’deki zulmü anlatmak için dilimin döndüğünce bir şeyler söylemeye çalıştım ama hiç Çadır Kentlerde yaşayanları, yaşamaya çabaladıkları yerde görmemiştim. Dün bunun için bir şans elde ettim.
***
Ülkemize sığınan mültecilerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Son rakamlar 200 bini geçtiğini gösteriyor. Hatay’da 14 bin 198, Gaziantep’te 33 bin 58 (9 bin 12’si İslahiye, 7 bin 618’i Karkamış, 16 bir 428’i Nizip barınma merkezlerinde), Kilis’te 13 bin 544, Şanlıurfa’da 84 bin 905 (40 bin 399’u Ceylanpınar, 32 bin 795’i Akçakale çadırkentlerinde, 11 bin 711’i Harran kökenli konteynerkentinde), Kahramanmaraş’ta 16 bin 744, Osmaniye’de 7 bin 950, Adıyaman’da 10 bin 3 ve Adana’da 2 bin 820 kişinin barınıyor.
Bu rakamlar, rakam olmanın ötesinde bir şey. Hepsinin bir hayatı var, hepsi geçmişlerini bırakarak, geleceğe doğru bilinmez bir yola adım attı. Şu an yerleştikleri yerde, “kendilerine ait olmayan bir yaşamı” sürdürmeye çalışıyorlar.
Dün AK Parti Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner, Adıyaman Valisi Mahmut Demirtaş’ın da eşlik ettiği ziyarette Çadır Kent’i görme imkânına kavuştum.
Doğrusunu söylemek gerekirse, yazının başında bahsettiğim “kamplara” hiç benzemeyen, halen sağlıksız koşullarıyla sürekli gündemde olan başka ülkedekilerle de kıyaslanmayan Çadır Kentlerin içinde “en iyisi” diye bilinen Adıyaman Suriyeli Mülteci Konaklama Tesisini gezdik. Bu ortamı sağlayanları kutlamak gerekiyor.
Akla gelecek her türlü imkânla donatılan Çadır Kentte, “yok, yok” denilecek kadar her şey var. Ailelerin konakladığı çadırkentler, “soğuğa karşı” dayanıklı, ısıtma sistemi iyi, buranın dışında kalan sosyal alanlarsa tam bir şehir imkânlarıyla donatılmış, “çamur deryası kamp” görüntüsünden eser yok. Eğitimden sağlığa, mesleki kurslardan “öğrenmeye” dönük kurslara, spor aktivitelerinden kendini geliştireceğin her alanda aklınıza gelecek her türlü imkân oluşturulmuş.
Kamp alanı çok geniş olunca, insanların gönlünce gezebileceği geniş yerler, “tel örgüyle çevrili kamp” fikrini azaltıyor.
Kadınlar el işi, dikiş, nakış, halı gibi kurslara gidip “para kazanma” şansını da elde ediyor. Çocuklar eğitimlerini tamamlıyor, beceri kazandırma kurslarıyla hem dil öğreniyor, hem el becerisini geliştirerek, mesleğe dönük çabanın içine giriyorlar.
Kadın ve erkekler, “Türkçe öğrenme” amacıyla açılan kurslara gidiyor, kendi dillerini de geliştiriyorlar.
Suriye’de tahsilini tamamlayan veya yarıda bırakan birçok üniversiteli var. Onlar da Türkçe öğrenerek, üniversitelere gitme hayali kuruyorlar. Gençler halı sahada futbol da oynuyor, potaya topu geçirmek için de çabalıyorlar. Çocuklar parklarda oynarken, bebekler süt içebiliyor.
Bütün bunları görünce “insanın mülteci olası geliyor” denilebilir ama değil.
Çünkü her şey varsa bile insanların “özgürlüğü” kendi ellerinde değil.
Burada insanlar, en azından kendi değil.
Yaşam sürdürdükleri vatanlarında olduğu gibi değiller; iyi veya kötü ama kendi hayatlarını yaşıyorlardı. Burada “başkasının hayatını” yaşar gibiler.
Elbette muhacirlik, özgürlüğe atılan bir adım olarak, onuruyla yaşamak için onursuzluğu terk etme adına takdir edilecek bir yola çıkışın adıdır.
Ama aslolan Ensar olabilmektir.
İnsanın Ensar olası gelmeli ki, “el uzatan” bulunduğunu, insanlığın ölmediğini, zulme karşı müşfik kalplerin var olduğunu tüm zalimlerin yüzüne haykırabilelim.
İnsan Ensar olmalı, mültecilerin kurduğu hayal, gerçeğe dönüşmeli.
Dün bir fikrimi paylaştım; “Ensar aile” gibi, mültecilerin, gönüllü ailelerde hafta sonu veya birkaç gün geçirmelerini sağlayacak bir proje. Bu şekilde mültecinin olduğu yerde Ensar’ın olabileceğini gösterebiliriz. Bugün onlar mülteci, yarınsa özgür olarak ülkelerine dönecekler ama yüreklerinde “iz” bırakabilmeliyiz.
Bizi misafir eden bir mülteci, çadırına Suriyeli şairin şiirini yazmıştı, not aldım; “Ey esirler bir gün hepiniz özgür kalacaksınız”
Ama önce özgür olduğunu sanan esir yürekler özgür olmalı…
Twitimden seçmeler
Kimi konuşarak büyür, kimi susarak. Konuşarak büyüyenler gün gelir küçülürler ama susarak büyüyenlere yücelik yakışır.