Yıl 1973. Muhsin başkan, Ankara üniversitesi veterinerlik fakültesinde okurken, bende Gazi üniversitesi mühendislik ve mimarlık fakültesinin mimarlık bölümünde okuyordum. Muhsin başkan Yıldırım Bayazıt yurdunda kalırken, bende Site yurdunda kalıyordum. Öğrenciyken kendisiyle çeşitli platformlarda bulunduğumuz zamanlar oldu.
Muhsin başkan; babacan bir mizaca sahipti. Sevecendi. Milliyetçiydi, ama kafatasçı değildi. Çok sabırlıydı. Herkesi dinlerdi. Sıkıntısı olan ona gelirdi. Harçlığını paylaşırdı. Birleştirici idi. Gençler etrafına toplanırdı. Bu özellikleri onu lider konumuna getirdi. Bu nedenle kendisine reis diye hitap edilirdi. Zaman içerisinde ülkü ocakları başkanı oldu. Hayatı boyunca duruşunu hiç bozmadı. Milliyetçi ve muhafazakar bir çizgi izledi.
Bin dokuz yüz yetmişli yıllar hem Türkiye için, hem üniversite gençliği için kabus dolu yıllardı. Gizli bir el Türkiye’yi karıştırıyordu. Gençler; ülkücü ve komünist diye kamplara ayrılmıştı. Gençlerin tahammül sınırları zorlanmış ve aşılmıştı. Bunun sonucu olarak karşılıklı çatışmalar başlamış ve üniversite öğrencileri birbirlerini öldürmeye başlamıştı. Yani kardeş, kardeşe düşürülmüştü. Sabahleyin okula giderken, akşama eve dönüşün garantisi yoktu. Bu nedenle üniversite de okumanın zevkini yaşayamadık. Okuyup ülkesine faydalı olacak binlerce genç öldürüldü. Bundan kim karlı çıktı bilmem ama, Türkiye çok zarar gördü. Ülke okumuş ve sorumluluk bilinci gelişmiş evlatlarını kayıp etti. Ne kadar acı değil mi? Zaten, bin dokuz yüz yetmiş’li yıllar; hem bu dönem gençliği için, hem de Türkiye için kaybedilmiş, heder olmuş yıllardır.
12 Eylül 1980 de askeri darbe yapıldı. Asker yönetime el koydu. Muhsin ve arkadaşları Mamak askeri ceza evine kondu. 7 yıl hapis yattı. Bunun 5 yılı hücrede geçti. Mahkeme kendisine hiçbir suç isnat edemedi. Beraat etti. 7 yıl suçsuz yere yattı. Devletten bunun bedelini istemedi. Devlete küsmedi. Çünkü, o bir Alperen’di. Ülkesini karşılıksız, ama canı pahasına seviyordu. Bunun maddi bir değeri olamazdı. Amacı ilay-ı kelimetullah’tı.
Hapis yattığı dönemde avukatı; “mahkemeden tahliyeni isteyelim” dediği zaman: verdiği cevap çok ilginçti. “Ben tahliye olurda dışarı çıkarsam, burada hapis yatan arkadaşlarımı yalnız bırakmış olurum. Ben onları burada teselli ediyorum. Beni yanlarında görmezlerse onların morali bozulur. Devlet beni çıkarana kadar arkadaşlarımın yanında kalmak istiyorum.”
Bu yürekli ve sabır abidesi Alperen’i; K.Maraş’ın Çağlayancerit ilçesinden Yozgat’a giderken Göksun yakınlarındaki Keş dağına, karlı bir mart günü helikopterin çarpması sonucu kaybettik.
Helikopterin düştüğünü İHA muhabiri İsmail Güneş acil 112 ye bildirmiş ve kurtarılmalarını istemişti. Kendisinin ayağının kırıldığını söylüyordu. Kurtarma çalışmaları bilindiği gibi uzadı. Sayın Başbakan bile kurtarma çalışmalarını bizzat gelerek yerinde izledi. Ne var ki 2-3 günlük bir gecikmeyle helikoptere ulaşıldı. Dört kişinin cenazesine ulaşıldı. Fakat İsmail Güneş yoktu. İki gün sonrada ona ulaşıldı. Kaza yerinden 500 m. Uzakta donmuş olarak bulundu. Ne acıdır ki tam bir kurtarma zafiyeti yaşandı!
Burada Çağlayancerit halkının kulaklarını çınlatmadan geçemeyeceğim. 29 mart 2009 yerel seçim çalışmaları için ilçenize gelen ve bu sebeple kaza geçirip hayatını kayıp eden bu yiğit Alperen’e sembolikte olsa oy vermediniz. Demek ki sizde vefa yokmuş. Helalaşmak için bu bir fırsattı ama, kaçırdınız. Yazık…
Şunu da sorgulamak gerekiyor: Türkiye’de insanlar yaşarken neden kıymetleri bilinmez de, öldükten sonra bilinir. Ah, vah yapılır. Ağıtlar yakılır. Ölünün kime faydası var? Bunu anlamak çok zor! Rahmetli Özal’ın da yaşarken kıymeti bilinmemişti. Arkasından ağıtlar yakılmıştı. Velhasıl Canlıların Kıymetsiz, Ölülerin Kıymetli Olduğu Bir Garip Ülkede Yaşıyoruz! Sosyologlar ve İlahiyatçılar bu konuyu nasıl izah edecekler? Sanırım bu konu üniversitelerde araştırma konusu olabilir.
Ölüm sebebinin; vadeyle mi, sabotajla mı, hava muhalefetiyle mi olduğu araştırılıyormuş. Bu güne kadar ne Özal’ın, nede eski jandarma komutanın ın ölüm sebepleri açıklanamadı ki! Ölüm sebebi ne olursa olsun, onu geri getirmeyecektir. Türkiye kıymetli bir evladını kaybetti. Gerçek olan bu.
Kaderde üşüyerek ve donarak ölmek varsa kaçmak mümkün mü?
Muhsin Yazıcıoğlu’na, yol arkadaşlarına, Allah’dan rahmet, kederli ailelerine ve Alperenler’e sabr-ı cemil dilerim.